Kimselerin hiç görmeyeceği ve gitmeyeceği, gidenlerin de “sürgün” diye nitelendirdiği topraklarda doğanların yalnızlığı, hikayenin kendisidir.
Marşların remikslenerek, insanlar eğlenirken bile o iklim yeniden üretilsin diye piyasaya sürüldüğü bu coğrafyada, öğretmenlerin marşında soyumuzun korku bilmediği, öğrencilerin andında özümüzden çok yurdunun sevilmesi gerektiği ezberletilir. Ve elbette o coğrafyanın en nadide okullarında, devletin her zaman insandan önce geldiği öğretilir.
Bu ezberlerin, “sürgüne” gidenlerin azlığından olsa gerek, öyle kolayca öğrenilemediği Batman Sason’un Kelhasan köyünde doğduğunda Mülkiye, darbeye teslim olmuştu bütün bir ülke. Darbenin etkilerinin ne kadar süreceğini, kendi doğduğu topraklarda ise o etkileri hiç bilmiyordu elbette.
Zeynep dediler adına, ilk doğduğunda, 1982’de.
Daha kundaktaydı, kerpiç evleri çöktüğünde.
O sırada evde bulunan 5 kişiden 4’ü öldü.
Babası, kerpiçlerin arasından çıkan Zeynep’e baktı ve nüfusa koşup içinden geçen ismi yazdırdı:
“Mülkiye.”
Şivan kaseti
Biraz büyümüş, meraklı gözlerle dünyayı algılamaya çalışıyordu ki, en kapalı algıları bile uyandıran bir baskınla anladı dünyasını.
Aslında çocuklar alışıktır oralarda, şimdilerde en temel insan hakkı ihlali olarak yapılan baskınlara ama gözaltı gerekçesinden olacak aklında kaldı.
Yine öyle rutin bir sabah baskınında, jandarma bu kez bir gerekçe bulamadı.
Öyle öfkeli çıkıyorlardı ki, biri atıldı:
“Bulduk.”
Teypten Şivan Perver’in kaseti çıktı. Büyük bir hassasiyetle elden ele komutana kadar aktarıldı.
Askerlerin çantasında biraz önce neşe, acı ve isyanla çalan kaset, kollarında götürdükleri ise babasıydı.
Birkaç gün sonra döndüğünde, koluna girilmeden zaten gidemiyordu ayakları.
Ver elini İstanbul
Geceler uzayıp, karanlık koyulaştıkça o baskınlar da arttı.
“Ya bizdensin ya onlardan” sloganları, “Ya sev ya terk et”lere karıştı.
Ve bazılarının tercih kullanabilmek gibi bir hakları hiç olmayacaktı.
“Bizden” olmayı seçip, koruculuğu kuşanan tanıdıkları bastırdıkça bastırdı.
O kadar ikna ediciydi ki babasının canına değen o “korucu kurşun”, çocuklarını topladı.
Mülkiye’nin deyimiyle “pılısını pırtısı”nı bile geride bıraktı.
Aile, artık İstanbul’daydı.
İstanbul’a geldiklerinde daha bir açıktı babasının o yarası.
Çocuklar daha küçük, İstanbul çok büyüktü.
Hepsi birden çalıştı.
Kitap başlarında uyuyakalmak yerine tekstil atölyelerinde sabahladı, Bağcılar’ın unutulmuş eteklerinde hayallerini sakladı.
Ortaokulu da liseyi de dışarıdan bitirebildi.
Ama işte bütün yaşamayanlar gibi yaşamaya ne de hevesliydi.
Sakıncalı kitaplar
2010 yılında Mezopotamya Kültür Merkezi’nde çalışmaya başladı.
Kadim toprakların isminin “bölmekle” eşdeğer olduğunun elbette farkındaydı.
Ama zaten, bütün o eşdeğer kavramlar dikkate alınsa, Sason’da doğan biri yaşayamazdı.
Çalıştı.
Kültür Merkezi’nde kafeteryaya bakıp, bir yandan kitap satıyordu ki yaşamını değiştirecek adamla tanıştı.
Çok geçmeden o adamla evlenmeyi kararlaştırdı. 17 Kasım 2011’e nikah günü aldı. Ama polis erken davranmıştı, 16 Kasım günü Mülkiye’nin nikah gününü elinden aldı.
Birkaç hafta önce merkeze gelen bir müşteri, bazı kitapları sipariş etmiş, bulamayınca telefonunu bırakıp ayrılmıştı.
Kitaplar geldiğinde Mülkiye aradı, adam gelip parasını verip kitapları satın aldı. İşte Mülkiye sadece bu yüzden nikahından bir gün önce gözaltına alınıp, 4 gün boyunca sorgulandı.
Bırakıldığında, rahattı.
Hepi topu sordukları zaten ilk adıydı. Madem ki adı Mülkiye, nasıl oluyor da herkes Zeynep diye kendisini çağırırdı. Olsa olsa bu isim “kod adıydı”.
Mülkiye ya da Zeynep, önce kim olduğunu uzun uzun yanıtladı.
Sonra satılan kitapların dağa çıkarılacağını bilmesine rağmen nasıl olup da kitapları sattığı sorularını yanıtladı. Ne yapsa, ne etse, kitapları sadece sattığını, nereye gideceğini bilmediğini anlatamadı.
Sattığı kitaplar da öyle savaş taktikleri falan değil, Mevlana’nın Mesnevi’si, Elif Şafak, Nazım Hikmet ve ne gariptir Michel Foucault’ydu.
“Cinselliğin Tarihi” kitabını satmak devlete göre, hele ki dağa gidiyorsa çok sakıncalıydı. Sorgu bittiğinde Mülkiye fazla ciddiye almadı.
Dava açıldığında da çok umursamadı.
Duruşmada, kitapları satın alan adamın “Benim nereye götüreceğimi bilmiyordu” ifadesiyle iyice rahatladı.
Yerel mahkeme, “yardım ve yataklık” suçundan ceza verdiğinde biraz duraksadı. Yargıtay, jet hızıyla kararı onadığında artık hiçbir şey anlamamaya başladı.
Bütün yollar tükendiğinde, artık anlamaya bile vakit kalmamıştı.
Kitapları alan adam “yardım yataklıktan”, kitapları satan Mülkiye de “yardımın yardımı” nasıl oluyorsa, aynı suçtan ceza aldı.
Lorin ve Özgür
Mülkiye, gözaltına alındığında ertelenen nikahını 6 ay sonra yapmıştı.
İlk duruşmalar yapılırken hamile kalmıştı.
Cezası kesinleştikten birkaç gün sonra ikizlerini kucağına almıştı.
İnfazın başlayacağı tarih açıklandığında Lorin ve Özgür hala dünyayı “süt” sanmaktaydı.
19 Mayıs
Tebligatı yapıldı Mülkiye’ye.
19 Mayıs’ta ikizleriyle birlikte cezaevine gireceği “müjdelendi”, bütün yaşamına yakışır şekilde.
Bir el devreye girdiğinde adaletin gelebildiği bir ülkede, Mülkiye Kılınç ve eşi, ilk kez bir el değsin istiyor işte.
Lorin ve Özgür, emeklemeyi, yürümeyi cezaevinde öğrenmesin diye.
Akıllarında öfke, dillerinde acı büyümesin diye.
Yarına, çocukların barışıp, kucaklaşabildiği bir ülke kalsın diye.
Madem ki adı Mülkiye, nasıl oluyor da herkes Zeynep diye çağırırdı. Olsa olsa ‘kod adıydı’. Sorulan tüm soruları uzun uzun yanıtladı. Ne yapsa, ne etse kitapları sadece sattığını, nereye gideceğini bilmediğini anlatamadı ve ikizleriyle cezaevine gireceği ‘müjdelendi’