Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ortasından çatlamış kocaman
bir narın sızdırdığı kızıllıkta boğulmuş, ezberimizde
kaybolmuş kayıp insanlarız.
Ve “bazı yaralar
zamanla iyileşmez.”
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi gazilerinin gizli örgütü, Yahudi ve Çingene katliamlarından sorumlu en önemli SS’lerden Adolf Eichmann’ı Arjantin’e kaçırdı. Bir zamanların düşük rütbeli ama kudretli subayı Eichmann, artık Arjantin banliyölerinde, son derece sıradan bir hayat yaşayan ve asla yaptıklarından pişmanlık duymayan bir insandı.
İsrail Gizli Servisi, savaştan 15 yıl sonra Arjantin’de yakalayıp yargı önüne çıkarttığında, bizi duruşmaları izleyen Hannah Arendt sayesinde yeni bir kavramla da tanıştırdı:
“Kötülüğün sıradanlığı.”
Eichmann’a göre yaptıkları ve yapılanlar, “o dönem için” o kadar normaldi ki, asıl buna kızmak garipti.
Gaz odalarını, ellerine birer parça ekmek verilip ülkeden ülkeye yürüyerek göç etmesi istenenleri anlamak için “o döneme” bakmak lazımdı.
Duruşmalarda, gayet sıradan hallerle bu düşüncesini şöyle özetledi:
“Ama o zamanlar kimse Yahudileri istemiyordu.”
Tıpkı, yaşamını anlatan filmin son sahnesinde, “ne yazık ki” idam edileceğini anlayınca, çocuklarına, özellikle de 6 yaşındaki oğlunun babasız kalmasına ağlarken, karşısında şaşkınlıktan donakalmış sorgucunun hayretle “450 bin çocuk öldü senin yüzünden” dediğinde verdiği tepki gibi:
“Ama onlar Yahudi’ydi.”
Eichmann, idam edilirken bile o dönem içerisinde gayet normal karşılanan emirlerinin bugün neden suç sayıldığını anlamıyordu.
Fethettikleri bir ülkede, Yahudi ve Çingeneleri istememişlerse, onların bir başka ülkeye yürüyerek göç etmelerinde ne vardı?
Elbette yolda ölenler kalanlar, ağlayanlar kaybolanlar olacaktı.

Kökler ve köksüzlük
Bazen, yollarda kaybolanlar, bir daha izlerini bulamazlar.
Köksüzlük, sıradan ve hikayesiz bir yaşamın tek hikayesi olur.
Kökleriyle övünenlerle, küçük ve kızıl bir toprak parçasının kokusuna hasret ölenleri eşit tutar birileri.
Yaşamları kaybeder, sloganlarla sıradanlaştırı-lanların kalpsizlikleri.
38’in yazı çok sıcaktı
“Hiç unutmuyorum, 38’in yazıydı” diye anlattı Sultan teyze ilk kaybolmasını.
“Temmuz ayındaydı, Dersim ne kadar da sıcaktı.”
Daha 7 yaşındaydı.
Mehmet Ali ve Emine’nin küçük kızı.
5 kardeş o gün hayvanları otlatmak için birlikte yola çıkarken, anne ve babaları ekin biçmeye başladı.
Daha gün, öğlene devrilmemişti ki tozu dumana katıp gelen atlıların gölgeleri yaklaştı.
Çocuklar “nedense” korktular gelenlerden. Sultan ile küçük erkek kardeşi, taşların arasına çaresiz saklandı.
5 çocuk ve anne ile babayı alıp kapattılar bir yere.
Sonra tanıdıkları ailelerden bir sürü insanı sıraladılar köyün tepesinde.
Ağır makineli seslerine karıştı gece.
Sabah, Sultan’ın babası dahil, mezar kazmaları söylendi kalan köylülere.
Bir zaman geçmişti ki atlılar yeniden geldiler.
Bu kez Sultan’ın babasını kelepçelediler.
Annesini yanına verip, nüfusta kayıtlı 2 çocuklarını da önlerine yerleştirdiler.
Babasına sordular kalan üç çocuğu.
“Komşumun, bize gelmişler, bizim değil” dedi.
Bir anda “komşu” olan ve daha o anda özleyen gözlerle bakan kardeşleri, annesi ve babası.
Sultan, ne olduğunu tam anlamadan, hepsine el salladı.

İsimsiz ölü yığınları
Gün sabaha döndüğünde, amcaları tepeye gittiler. Üst üste yığılmış cesetlerin arasından Sultan’ın babasının yeleğini seçebildiler.
Annesi ile babası artık isimsiz ve ölü yığınların arasındaydı.
2 kardeşi ise kayıptı.
Amcaları, Sultan ile kalan iki kardeşine sahip çıktı.
Kızları okutmak için köylerden toplayan Sıdıka Avar’ı duymuşlardı.
Sultan artık, Elazığ Yatılı Bölge Okulu’ndaydı.
4 yılı geçti Sultan’ın okulda.
Öğrendi; bütün çocukların nasıl da “yanlış bir dille konuştuklarını”, “temizliği”, “insanlığı.”
Okul bitip de Elazığ’dan döndüğünde, fark etti büyük yalnızlığı.
Oralar için artık evlenme çağındaydı.
Yalnızlığın tek ilacı da yeniden kalabalık olmaktaydı.

Elif ve Beser’i hep özledi
Zaman geçti, kardeşlerini hep özledi.
Bir gün konuşurlarken ihtiyarlar, unutturulmak istenen geçmişten, kardeşleri Elif ve Beser’in ölmediği, evlatlık verildiği kulağına çalınıverdi.
Isparta dediler önce, bilmedikleri Isparta’da aradılar Elif ve Beser’i.
Bulamadılar.
Ağabeyi, gazetelere ilanlar verdi.
Okumadılar.
İlanlardaki isimlerle, şimdiki isimleri aynı mı, onu bile anlayamadılar.
Ama kardeşlerini hiç unutmadılar.

‘Kardeşlerimi bulun’
Sultan Kulualp, artık seksenindeydi.
“Kardeşlerimi görmeden ölmem” dedi.
Başvurdu İçişleri Bakanlığı’na.
Bakanlık, “ölmüşler 38’de” diye yanıt verdi.
Ama nüfusta kimlik kayıtları kapalı, akıbetleri gizliydi.
Başbakanlık’a gitti, “göç” kayıtlarının tutulduğu Bayındırlık Bakanlığı’na.
Başbakanlık, “inceleniyor” dedi, birileri “gizli” kayıtları adres gösterdi, birileri “hele bir kayıtların tamamı incelensin” diye yanıt verdi.
Açıktaki belgelerin tümüne ise baktılar.
Ne adları vardı oralarda, ne de izleri.
Sultan teyze, içinde hâlâ bir tanıdık kalabalık umudu, hazır tutuyor kardeşleri için Dersim’i.

Bazı yaralar iyileşmez
Bazı yollar kan olur yürüyenlere.
Bazı acılar, başka acılarla mukayese edilmez.
Daha çok bağırmak gözlerdeki buğuyu temizlemez.
Düşmanından bile esirgenmeyen iki dost selamı, ufacık seslendirildiğinde nemlenen buğulu gözlerdeki acı, bir başkasına benzemez.
Kin gütmek, intikam için değil, anlaşılmak, birlikte ağlamak için.
Küçük ve kızıl bir toprak parçasının kokusunun verdiği kardeşliği bir başka güç veremez.
Ve o toprağın kokusundan bile ürküp, bir nar çatlağından sızan kızıllıkta boğuluyorsan unutma;
Bazı yaralar zamanla iyileşmez.