Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu

yuzlesme@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları


Evine sadece 70 metre kadar kalmıştı ki trafik durma noktasına geldi.
Gri gökyüzünü, otomatik bir silahtan çıkan kurşunun sesi deldi.
Hemen sonra arabanın camında açılan deliğe bir silah uzandı.
İlk iki kurşun, İpekçi’nin kollarınaydı.
Üçüncü kurşun, İpekçi’nin cebindeki kalemi parçaladı. Kalemi kalbinin tam üzerindeydi. Kalem parçalandığında, kalbi de yaralandı...

İnsanların iyi zamanları vardır. Yaşamlarının en iyi zamanında olduklarını bildikleri zamanlar.
İyi insanlar vardır. Küçük ve gündelik iyilik kötülükler değil, insanların yaşamına dokunabilen ve değiştirebilen insanlar.
Ve bu ülkede iyi insanları, en iyi zamanlarında öldürmek isteyenler vardır.
İnsanların yaşamlarına dokunulmasını engellemek, o dokunuşun değiştirebileceklerinin önüne geçmek için.
Ankara’da her yıl 12 Eylül’de Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açılan Utanç Müzesi’nin ikinci katında o insanların kendileriyle özdeşleşmiş kıyafetleri ve eşyaları vardır.
Dayakla öldürülen Metin Göktepe’nin yeleği, kurşun yağmuruna tutulan Uğur Kaymaz’ın atleti, işkenceyle katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın baskı makinesi, idam edilen Erdal Eren’in ceketi.
Bu ülkede en iyi zamanında öldürülmüş, iyi bir gazeteci vardır.
Onun kanlı gömleği de şimdi Utanç Müzesi’nin ikinci katındadır.
***
Abdi İpekçi’nin aklı ülkenin darbeye sürüklenmesini engellemekle meşguldü.
31 Ocak 1979 günü Ankara’ya gitti. Ecevit’le görüşecekti.
Aynı gün İstanbul’a döndü. Döner dönmez Demirel’le telefonla görüştü.
Sonra Cağaloğlu’na geldi. Ömrünü verdiği, ismi kendisiyle bütünleşen gazetesi:
Milliyet.
Sami Kohen’e İran dosyası sipariş etmişti, inceledi, onay verdi.
Sonra kafa yorduğu kaçakçılık dosyasını inceledi. Eksikleri işaret etti. Dosya büyük ses getirecekti.
Sonra eşine, telefonla akşam için hazırlanmasını söyledi.
Saat 19.30 sıralarıydı, gazeteden çıktı, mavi arabasına bindi, o çok sevdiği.
İstanbul’da yağmur çiseliyordu, gri bir hava, sanki olacakların habercisiydi.
Nişantaşı’ndaki evine geldi. O zaman adı Emlak Caddesi olan caddeye, sonra Abdi İpekçi’nin adı verilecekti.
Evine sadece 70 metre kadar kalmıştı ki trafik durma noktasına geldi.
Gri gökyüzünü, otomatik bir silahtan çıkan kurşunun sesi deldi.
Hemen sonra arabanın camında açılan deliğe bir silah uzandı.
İlk iki kurşun, İpekçi’nin kollarınaydı.
Öleceğine inanamayan bütün insanların şaşkınlığı üzerindeydi.
Silah, üç el daha patladı.
Üçüncü kurşun, İpekçi’nin cebindeki kalemi parçaladı. Kalemi kalbinin tam üzerindeydi. Kalem parçalandığında, kalbi de yaralandı.
Sonra dördüncü, sonra beşinci.
Saldırgan, az ileride bekleyen arabaya binip uzaklaştı.
İpekçi’nin mavi arabası kaymaya başladı. Cadde girişine kadar kaydı, aydınlatma direğine çarpıp durdu.
Kalem kırılmış, araç yoldan çıkmış, bir aydınlığa çarpmıştı. Suikast nasıl olduysa, bundan sonra olacaklar da aynıydı.
İpekçi’nin yaralı kalbi halen atıyordu. Hemen hastaneye kaldırıldı.
Ama kalemi kırılmıştı, yaralı bir kalp buna dayanamazdı.
Son nefesini verirken hastanede, Türkiye’de de yeni bir dönem başladı.
***
Suikastçıyı onlarca kişi görmüştü.
Çevredekilerin hemen hepsi ortak eşkali verdi.
Mehmet Ali Ağca’nın eşkalini.
Ağca, İpekçi’yi öldürdüğü gün 21 yaşındaydı. Malatyalı yoksul bir ailenin yoksul oğlu.
İzine, İpekçi’nin ev adresinin yazdığı sayfanın yırtılmış olduğu bir telefon rehberinden ulaşıldı.
5 ay sonra İstanbul’da Küllük Kıraathanesi’nde kâğıt oynarken yakalandı.
Çok rahattı.
“İsyan ettiğim için öldürdüm. Açıklayacağım tek şey sağ veya sol eylemci olmadığımdır; bağımsız, tek başına terörist olduğumdur” diye bağırdı.
Yakalanmasının üzerinden 6 ay geçmişti ki Ağca, hep yapacağı gibi ifadelerini değiştirdi. Suçlamaları reddetti.
Yankısı gecikmedi.
Maltepe Askeri Cezaevi’nden, bir askerin üniformasıyla firar etti.
***
İstanbul’da itinayla korundu Ağca, sonra yurtdışına.
Çıkmadan önce Milliyet gazetesine telefon etti. Posta kutularına bakmalarını söyledi. Hemen inip bakılan posta kutusu boştu. Yukarı çıkmışlardı ki ikinci bir telefon geldi.
“Posta değil çöp kutusu” dedi.
Çöp kutusu doluydu.
Çıkan mektupta, bundan sonraki eyleminin ne olduğu yazıyordu:
“Papa suikastı.”
Ağca, Bahçelievler katliamının hükümlüsü Abdullah Çatlı’nın tetikçilerindendi.
Cinayetin içinde Çatlı, Oral Çelik, Mehmet Şener, Yavuz Çaylan, Yalçın Özbey vardı.
O çete ki devletçe büyütülüp kollanan, cezalarını tam olarak çekmeyen, mümkünse hiç cezalandırılmayan.
**
Ağca, uzun yıllar İtalya’da yattı.
Herkesi sürekli yanılttı, Mesihliğini ilan edip, hizmetini tamamladı.
Türkiye’ye iade edildi.
Memleketi, özgürlük demekti, ilk tahliye kararı 2006’da geldi.
8 gün sonra hesap hatası denilerek, cezaevine geri getirildi.
İpekçi dışında gasp suçundan da 36 yıl hapse mahkum edilen Ağca’nın cezaları, toplandı, çıkartıldı, bölündü, çarpıldı.
İnfaz süresi 8 yıl 8 ay olarak hesaplandı.
Hesaplara göre fazla bile yatırılmıştı.
2010’da bırakıldı.
İlk gecesi Ankara Sheraton’daydı.
Televizyon programına katılmak için İstanbul’a gitti.
Gönüllü korumaları, gönüllü taraftarları.
Yanında firarına yardımcı olan, suikastlarına yardım eden arkadaşları.
Şov programı önerildi, köşe yazarlığı, televizyon yıldızlığı. Kaynağı belirsiz paralarla hep rahat yaşadı.
***
İpekçi’nin kanlı gömleği ise yıllarca mühürlü sandıklarda kaldı.
İpekçi, yoktu.
Ama namuslu insanların, namuslu gazetecilerin, namuslu çocukların, namuslu ihtiyarların hikâyelerinde İpekçi adlı bir kahraman vardı.
Ve önemli olan bir öykünün kahramanı olmaktı.
İpekçi, öykülerin, yazıların içine saklanıp, “devlet için iyi çocukları öldürenlerin” değil, gerçek kahramanların dünyayı daha iyi bir yere bir gün dönüştüreceğini o güzel kulaklara fısıldadı.
Öldürmekle değiştirseler de iyiye gidebilecek bir şeyleri, unutturmayı ve hayalleri engellemeyi başaramadılar.
Çünkü bu dünyada, bize öyküler bırakan Abdi İpekçi vardı.