İyilik ve kötülüğün altındaki zemin kaygandır.
Bakmayın çok sübjektif yargılara, her iyi biraz kötü, her kötü biraz iyidir nasılsa.
Ama bazen, nedensiz bir kötülük, her mesafeden tanınabilen bir kötücüllük çıkar yola.
Ne deseler dinlemez, ne anlatsan umursamaz, saf, gözleri kör, temiz yanı kalmamış, karanlık bir kötülük.
Dikkatlice bakın etrafınıza.
* * *
Diyarbakır Tanışlı’da PKK’nın 15 ton bomba yüklü kamyonunun patlatılmasıyla 16 köylü öldüğünde, sosyal medyanın taraftarı bol, bazı hesaplarından, köylülerin kamyonu takip etmediği, aslında kamyonun geçişine cevaz verirken öldükleri paylaşıldı önce.
Köylüleri ölümlere has “saygıyla” anılması gereksizdi, gerçekler kısa zamanda anlaşılacaktı o her dediğine inanılan hesaplara göre.
Hava değişti, köylüler öyle söylenildiği gibi ölmemişti.
Ölünün saygı görmesi için nasıl olacaksa önce “terörist” olmadığını kanıtlaması gerektiği o ortamda, saygı duruşu başladı sonra parçalanmış bedenlerin konulduğu boş tabutlara.
Sonra tanıdık sloganlar.
Sonrasını da biliyoruz az çok.
Yalnızlığı anımsatan ateşböcekleri ve çalınmayan kapılar.
* * *
İster Roboski diye söyleyin ismini, ister Gülyazı-Uludere, işte o bombalara kardeş coğrafyada iki çocuk daha düştü toprağa Tanışlı’dan çok kısa bir zaman sonra.
Kimin üzülüp kimin ölü çocuklara, “hainler” diye bağıracağı da belliydi baştan.
Antremanlıydı herkes.
Katır sırtındaki çuvallarda parçalanmış bedenleri taşınan 34 insanın bombalarla öldürülmesine, “kaçınılmaz hata” denilip kapatılmıştı nasıl olsa dosya.
Nasıl olsa, küçücük, kupkuru bir özür çok görülmüş, arkalarından haberler de fısıldanmıştı; “ölenlerin evlerinin önü dolu lüks arabalarla...”
H H H
İki çocuk daha, yine tepelerden indirildi katırlarla.
Birçoğu öldürülmüş katırlardan geriye kalanlar taşıdı ağır yüklerini yine bir başlarına.
Tam da aynı yerde, tam da aynı saatlerde, tam da yine gidilemediğinden güvenlik gerekçesiyle, iş başa düşmüştü yine.
Lise iki öğrencisi Vedat Encü’ye bakıldı önce, yaşamıyordu Vedat.
10 kardeşten ikincisiydi.
Küçüklüğünden bu yana bazen kaçağa gider, bazen çıraklık yapar, kazandığı üç otuz parayı anasının avucuna bırakırdı.
En büyük zevkiydi futbol oynamak.
Halı saha hemen evlerinin yanıydı.
Bahar Turnuvası’nda takımı kupa da kazanmıştı, okulda törenle, karne günü madalya alacaktı. Kolay mı, madalyası olacaktı.
Acaba okulda o en çok sevdiği, o da sevinip alkışlayacak mıydı?
Sonra okul bitecek, doktor olacaktı.
Doktorsuzdu sağlık ocağı.
2011’deki o karanlık günde, ağabeyi yaralı getirilmişti köye.
Altı akrabası ölüvermişti o cehennemde.
Doktor olmalıydı, önemliydi, buydu bütün hayali.
O akşam arkadaşları Osman ve Fırat’la gidecekti kaçağa.
İki arkadaşı gelemedi, diğer arkadaşlarıyla düştü katırların ardına.
15 nolu sınır taşı, 21.40’da yine patlama.
Madalya alamayacaktı misal, doktor olamayacaktı, hepsini geç, sevdiğinin belli belirsiz gülüşünü izleyip, alkışlamasıyla gururlanamayacaktı.
Öldü.
* * *
17 yaşındaki Yılmaz Encü yaralıydı.
Köylüler tarafından önce Uludere’ye, oradan Şırnak’a kaldırıldı.
Düğünlerin olmazsa olmazı, köyün yakışıklısı Yılmaz.
Annesinin en küçük oğlu, altı kardeş içinde “en havalısı.”
Saatler sonra hastaneye yatırılmasının ardından, ertesi gün belli belirsiz uyandı.
Susamıştı, su isteyecekti ki bedenindeki eksikliği anladı.
Yoktu artık bacakları.
Belli belirsiz açtığı gözlerini kapattı.
Gözlerini bir daha hiç açmayacaktı.
Oysa daha geçen kışı Mersin’de geçirmiş, oysa yaz gelip okul bitince ailesini nasıl özlemiş, oysa daha birkaç gün önce tandırın başında annesiyle nasıl eğlenmiş.
Oysa.
Birilerine göre hain, birilerine göre kahraman, aslında çocuk, gerçekte çocuktu yalnızca.
* * *
34 kişi öldüğünde, “Unutursak kalbimiz kurusun” denilerek, gidenlerin ağzından mektuplar yazılmıştı yarınlara.
Şimdi bembeyaz iki zarf daha.
Yılmaz Encü’nün ağzından, “Şimdi ben de taşınıyorum katır sırtında. Ağır aksak ilerliyoruz. Herkeste bir telaş, ben ise sizi düşünmeye başlıyorum. Ben gittikçe size yakınlaşıyorum” yazıyor bir mektupta.
Ve Vedat’ın mektubu:
“Ben Vedat Encü’yüm! BinAltıYüzOnDört gün sonra Roboski’nin 35’i olmak bahtıma düştü. Güzelliği kararmış bir göğün altında, içimde yarım kalmış bir yol ile gömülüyorum! Söyleyin şimdi, anam hangi külleri döksün başına!”