O kadar çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyup, o kadar çok kenetlenmek, bir olmak için çağrı yaptık ki birbirimize, ne kadar ayrı olduğumuzun kanıtıydı belki de.
Durmadan anımsatarak, unuttuk birbirimizi.
Bu nedenle bütün yaşananlar, bir olmayı aynı olmak sanan bir memleketin hikayesi.
* * *
Onur Yaser Can, darbenin kanattığı ülkenin başkentinde 1982’de doğdu. Annesi ile babası üniversitede aşık olmuştu. Sadece bir aşkın çocuğunun doğabileceği kadar güzel doğmuştu.
4 yaşına kadar Ankara’daydı.
Sonra belki de kaderinin benzeyeceği Bağdat.
Birleşmiş Milletler’in okulunda, onlarca farklı çocuğun arasında okudu.
1987’de kız kardeşi de geldi yanına. Artık oyuncaklarını da paylaşacaktı birisiyle.
2 yıl sonra yeniden “ver elini” Türkiye.
Anadolu Lisesi’ni kazandı. Bitirip girdiği ilk sınavda, dereceye de girdi. ODTÜ Mimarlık, ilk tercihiydi.
Daha yeni kayıt yaptırmıştı ki, Belçika Güzel Sanatlar Fakültesi’nden burs geldi.
Sonra yeniden Ankara.
Fazla durmadı, aklı hep farklı dünyalarda.
Değişim programı ile gittiği İtalya’da mimariyle sarmaş dolaştı.
ODTÜ’yü bitirdiğinde, 3 dil biliyordu, 3 kıtayı keşfetmişti.
Ama ailesi biliyordu ki o bu kadar azıyla yetinemezdi.
“ABD’deki amcanın yanına git, eğitimini sürdür” dediklerinde, “Gidersem kalırım O’nun gibi, burada kalacağım” diyerek reddetti.
İstanbul, O’nun için hayallerinin kentiydi.
Çalışmaya başladı İstanbul’da.
2 Haziran günü, narkotik polisi Yaser Can’ı gözaltına aldı. İddiaya göre “kullanmak suç olmasa da” esrar satın almıştı.
Satıcılar ise sokaktaydı.
İlk ifadesine avukatı çağrılmadı.
Anayasanın “hiç” sayıldığı ülkede, elbette anne ve babası da aranmadı.
“Soyun” dedi karanlıktaki ses.
Sessiz ve ürkekçe üzerindekileri çıkarttı.
Kimin elinin vücudunun neresine dokunacağına karar veremeyecek durumdaydı.
Anne, babasının koklamaya kıyamadığı Yaser, darbelerin altındaydı.
Polislere yalvaran gençlerin sesi dinletildiğinde, ne istendiğini anladı.
Hala anlamadığı sanılarak tokatlandığında gözyaşlarını içine kapattı.
“Yeniden görüşeceğiz” diye bağırıldığında, kalbi kanadı.
Yaser’le o yakınlığı kurmak isteyen polisler, elbette gözaltı sonrası muayenede de doktor odasındaydı.
Adettir Anadolu’da, misafirlerini hemen öyle bırakamazlardı ya, doktordan sonra yasal engellere rağmen yine emniyetteki o odadaydı.
O odada, o muayeneden önce imzalatılması gerekli tutanakları, okutulmadan imzaladı.
Dışarıya çıktıktan sadece bir gün sonra yeniden emniyete çağrıldı.
O karanlık odada, yapması gerekenler yine “aşırı hassasiyetle” yeniden fısıldandı.
Bırakıldı ama tam 20 gün bütün gölgeler yakınındaydı.
Bir daha gitmem
Nihayet bir avukata başvurduğunda o ifadeleri alamadı.
Avukat ısrar ettiğinde, “imza eksik” denilerek yeniden çağrıldı.
Yeniden ifadeye gitmesi gereken günün akşamında, 23 Haziran 2010’da, oturduğu apartmanın 3. katında; boşluğa baktı.
Üzerindekileri ağır ağır çıkarttı.
Hangi acının daha ağır olduğunu gözleriyle tarttı.
Kalbindeki yaranın üzerinden geçmek isteyenlerin yüzlerini anımsadı.
Karanlığın içinden sadece birkaç saniye süzülerek kurtulacağını düşünerek, dünyayı bir iyilikten daha eksik bıraktı.
Ülkenin merhameti gibi çalışan sistemi nedeniyle iki hastane dolaştırıldı.
O masmavi gözlerini, götürüldüğü ikinci hastanede kapattı.
Daha birkaç saat önce, hiçbir zaman sıkıntılı olmayan o sesiyle, büyük sıkıntıların içinde Ankara’yı aramıştı.
İstanbul’a çağırmıştı annesi ile babasını.
Gece 3’te geldiğinde İstanbul’a ailesi, Yaser’in soluklanacak bir nefesi kalmamıştı.
Arkadaşları, “Yemiyordu, içmiyordu günlerdir” dedi.
Patronu, “Ürkek, tedirgindi” diye anlattı.
Ama ne hissettiğini en çok yarım kalmış o notu anlattı:
“Yakalandıktan sonra çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Öksürtüldüm, bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi.”
Acının adaletle azalabileceği umuduyla, ailesi, hesap sormaya kalktı.
11 ayda, dosyayı 3 ayrı savcı aldı.
Mühim bilirkişiler ise emniyetin giriş-çıkış kayıtlarına baktı.
İşkencenin bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi “münferit” olduğu ülkede, elbette emniyetin kapısında işkence yapılmazdı.
Şimdilerde ismi mühim savcılar arasına giren bir savcı, takipsizliği bastı.
Aslında delil çok uzakta değildi ama işte bazen, bazı meslek ve isimlere denk geldiğinde şüpheden sanık yararlanırdı.
Yaser’in ifadelerinin değiştirildiği net biçimde anlaşılsa da kimse işkenceden suçlanmadı.
İki polise sanki değiştirdikleri bir önemsiz belgeymiş gibi, “evrakta sahtecilikten” dava açıldı. Polis ifadelerine göre ise “Yaser çırılçıplak soyulmuş ama nazik davranılmıştı”.
Ailesi, her tarafa başvuru yaptı, uluslararası kuruluşları göreve çağırdı.
Bilmiyorlardı, görev çoktan tamamlanmıştı.
İki polis, indirimli cezalar ve bir gün aylıktan kesinti cezasıyla kurtardı.
Maviş oğul
Yaser’in babası durmadı. İlanlar verdi, dilekçeler yazdı.
Annesi Hatice Can ise oğlu ile bir oldu, içini kanattı.
Yüreğindeki çizikler yarığa dönüştü, her yarıkta Onur Yaser vardı.
2 Mart’ta, kahvaltıyı hazırladı.
Eşi ile kahvaltı yaptı. Gazeteleri inceledi öyle isteksiz.
Birkaç dakika sonra eşi banyoya girmiş, kızı içerideki odadaydı.
Oğlunun gözü oldu gözleri, boşluğa baktı, oğlunun hissettiklerini bağrına bastı.
Dünyayı bir iyilikten daha eksik bıraktı.
Geriye gazetelerde yayımlanmış o notu kaldı:
“Ey oğul, maviş oğul... İnanıyoruz ki insanlığın ‘onur’u kazanacak.”
Bir olamadan
Zaten iyi falan değildik de ne kadar kötü olduğumuzu anladık 3 yaşındaki Pamir’le.
Hoşgörü ve merhametin egemen olduğu söylenen büyük bir yalanın içinde yaşadık, karşıdakini bir an için anlamadan.
Mümkündür ki şimdi de “esrar kullanmasaydı” diyecektir birileri, hiç başka bir yana bakmadan.
Dese ne olur ki, orada yatıyor işte birlikte Yaser Onur ve annesi Hatice Can.