Türkiye, son otuz yılda, büyük bir insan trajedisi yaratan bir çatışma sürecinden geçti.
“Düşük Yoğunluklu Savaş” niteliğinde yaşanan bu çatışmada yaşamını yitirenlerin bilançosuna bir bakalım:
Şehit sayısı: 7.918
Öldürülen PKK’lı sayısı: 22.101
Öldürülen sivil sayısı: 5.557
Faili meçhul cinayet sayısı: 17.000
Toplam: 52.576 (*)
Bu ölümlerin yaşandığı aileleri düşünelim.
Yaşanan insan trajedisinin boyutunu anlamak bile çok zor.
Çocukları ölen annelerin feryatlarını dinleyince, bu zorluğu kalbinizde hissediyorsunuz.
Bir de buna, bu trajedinin demokrasi, ekonomi, birlikte yaşamak, dış politika v.b. alanlar üzerinde yarattığı etkileri ekleyelim.
Önümüzde ne kadar acı, ne kadar vahim, ne kadar çözümü zor bir tablo olduğunu göreceksiniz.
Türkiye, son dört ayda, bu tablonun barış ve birlikte yaşamak resmini sergilemesi için çalışıyor.
Topluma şeffaf olarak yapılan müzakerelerle; benim de içinde çalıştığım Akil İnsanlar Komisyonu ve diğer kurumsal oluşumların çabaları ve etkinlikleriyle; ateşkes, çekilme, silah bırakma sürecinin yaşama geçmesiyle yaşıyor.
İnanması zor ama, son dört aydır, ölüm yok, acı yok, çatışma yok, şiddet yok.
Ve, bu dev sorunu, müzakere, demokrasi ve ekonomik kalkınma yoluyla, çözüme doğru götürme noktasında başarı şansı giderek artıyor.
Bu ne büyük çelişki ve ikilemdir ki; çözüm sürecinde başarıya ve barışa giden Türkiye, son üç gündür, İstanbul Taksim’de, Gezi Parkı’nda, inanması çok zor, hatta imkansız bir polis ve devlet şiddetini yaşıyor.
“Provokasyon var”, “provokatörler var” açıklamalarıyla geçiştirilemeyecek boyutta bir şiddeti polisten görüyoruz.
Duran bir genç kadını, elinde pankart yerde oturan bir genci, hukuk ve vicdan dinlemeden, gazla yıkayan polisleri görüyoruz.
Çadırlarında uyuyan insanlara yapılan polis saldırılarını görüyoruz.
Kafatası kırılmış turistlerin yerde yatan bedenlerini görüyoruz.
Kafası yarılmış, her tarafı kana bulanmış insanların çaresiz yüzlerini görüyoruz.
Tüm Taksim’i, sanki havada büyük bir sis varmışçasına, biber gazı bulutlarıyla kaplanmış görüntüsü içinde seyrediyoruz.
İşlerine giden insanlar, çocuklarıyla oradan geçen insanlar, yaşlılar, kadınlar, gençler, çocuklar, biber gazıyla gözleri yaşlı ve öksüren bir ifadeyle, “Yeter” diyorlar.
Bu manzarayı, sadece İstanbul’da biz değil, tüm Türkiye, tüm dünya izliyor.
“Türkiye acı çekiyor” tweetleri atılıyor.
Dünyanın her yerinde, hükümete karşı protesto gösterileri yapılıyor.
“Türk Baharı mı oluşuyor?” soruları soruluyor.
Dünya basını, şaşkın bir halde, biber gazı bulutlarıyla kaplanmış İstanbul manzaralarını tüm dünyaya yayıyorlar.
Türkiye’de hiçbirimiz, bu şiddeti, bu acıyı, bu görüntüyü hak etmiyoruz.
Başbakan Erdoğan’ın konuşmasını dikkatle dinledim.
Keşke bu konuşmayı dün yapsaydı.
Keşke, konuşmasında, kabul edilmez polis şiddetine ve acı çeken insanlarımıza, çok daha fazla odaklansaydı.
Şiddete daha net tavır almalıydı.
Acı çeken insanlarımıza daha fazla zaman ayırsaydı.
Keşke dün, İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’ne, Bülent Arınç’ın çok doğru olarak vurguladığı, “Biber gazı değil, topluluğu ikna etmek gerekir” mesajını verseydi.
Verseydi ki, bu acı, bu şiddet yaşanmasaydı.
Keşke, “ağaçlar kesilmeyecek, hatta daha fazla ağaç dikilecek” ve “AVM değil, şehir müzesi de kurulabilir” açıklamalarını dün yapsaydı da yaşananlar yaşanmasaydı.
Dün, bir kere daha, demokraside, haklar ve özgürlükler alanında, daha çok yolumuz olduğunu gördük.
“Demokratsız demokrasinin” ileri demokrasiyi yaratamayacağını yaşadık.
Ama artık evlere dönme ve müzakere, konuşma ve çözümü masada üretme zamanı.
Umarım hükümet, çok kötü yönettiği bu süreçten gerekli dersi almıştır.
(*) TBMM İnsan hakları Komisyonu rakamlarıdır.