Balyoz Davası “darbeye eksik teşebbüs”, Ergenekon Davası’ysa “darbeye teşebbüs” eylemlerini içeriyordu.
Önce Balyoz, sonra, 5 Ağustos’ta, Ergenekon’la ilgili mahkeme kararını verdi; teşebbüs eylemlerini cezalandırdı.
Mahkemeden çok ağır cezalar çıktı.
Darbe teşebbüsünden, milletvekilleri, rektörler, gazeteciler, askerler müebbet hapis ve uzun yılları içeren cezalar aldılar. Dahası, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, hükümete karşı kara propaganda yapan internet sitelerinin kurulma emrini vermeye bağlı olarak “Terör örgütü yöneticisi” olmaktan müebbet hapisle cezalandırıldı.
Daha sırada yargılanan darbeler var.
28 Şubat 1997 Darbesi “Postmodern Darbe” olarak siyaset bilimi alanında dünya literatürüne geçti.
27 Nisan 2007 Muhtırası da (Darbesi) “E-Darbe” olarak literatüre geçme potansiyeli taşıyor. AK Parti hükümeti 27 Nisan’ı darbe olarak görmüyor. Bakalım, yargı görecek mi?
Türkiye’nin 1945’ten bugüne uzanan çok partili parlamenter demokrasi tarihi, demokrasi yolunda iki adım ileri, bir adım geri giden, bazen de geri adımın çok uzadığı bir tarih.
Demokrasi tarihimiz 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan bir “darbeler tarihi” de. Darbelerin Cumhuriyet rejimini “koruma” adına yapıldığı, darbe yapanların kendilerini anayasa yoluyla yargısal güvence altına aldığı ve parlamenter demokrasinin sürekli askeri (ve de yargısal) gözetim altında olduğu bir “vesayet rejimi” tarihi de.
Bu tarihin en kanlı darbesi, Latin Amerika Şili, Brezilya, Arjantin örneklerine benzeyen12 Eylül 1980 Darbesi.
12 Eylül Darbesi de teşebbüs edilen değil ama “yapılmış bir darbe” olarak bugün yargılanıyor.
Darbeciler 1982 darbe anayasası yargısal güvencesi altındalar.
“Bizi siyasal ve ahlaki olarak yargılayabilirsiniz, ama bu Anayasa değişmedikçe, yargısal temelde yargılayamazsınız, bunun hukuksal zemini yok” diyorlar.
Haklı çıkabilirler ve “darbe yapmaktan” yargılanamayabilirler.
Yeni anayasa yapamadığı için, eksik darbe teşebbüsünü ve darbe teşebbüsünü yargılayan Türkiye, yapılmış darbeyi yargılayamayabilir. Kabul edilemez bir duruma düşebilir.
Darbeler ve askeri (ve de yargısal) vesayet rejimi, Türkiye’de demokrasinin pekişmesinin ve ilerlemesinin önündeki temel engellerdi. Dahası, Kürt sorunu gibi, her alanda, çok ciddi istikrarsızlıklar, travmalar ve büyük bir insan trajedisi yaratmış bir sorunun çözümünün önündeki de temel engeldi.
Bu nedenle de gerek “Türkiye’nin vesayet rejiminden çıkması”, gerek “darbe öncesi ve sonrası yok edilen yaşamlara karşı ahlaki sorumluluk” temelinde, başından itibaren, başta Ergenekon ve Balyoz ve diğer benzer davaları çok ciddiye aldım.
13 Aralık 2011’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, benzer olarak, suçla ilgili “kuvvetli delil ve yeterli şüphe olduğu” kararını açıkladı. Darbe teşebbüsü davaları, ilk önce hukuk temelinde, ciddi ve önemliydi.
Fakat 2007’de başlayan yargılama sürecinde bugün geldiğimiz noktada, doğru ile yanlışın, hukuk ile hukuksuzluğun, adalet ile adaletsizliğin iç içe geçtiği bir kafa karışıklığı, bir kördüğüm içindeyiz.
Ünlü hukukçu Ronald Dworkin, “demokrasinin pekişmesi için, toplumun hukuku sorunlarını çözen temel alan olarak görmesi ve bu bağlamda, hukuka güveninin yüksek olması gerekir” der.
Bugün, Türkiye’de, hukuka güvenin değil aksine güvensizliğin olduğu ve yargı alanın toplumsal kutuplaşmayı derinleştiren bir işlev gördüğü bir noktadayız.
Vesayet rejiminden demokratik hukuk rejimine geçemiyoruz.
Verilen cezaların gerekçelerini okuyacağız.
Ama korkarım, “darbe teşebbüslerini yargılarken yapılmış darbeleri yargılamada zorlukların çekildiği, muhtıra verenleri yargılamazken eski Genelkurmay Başkanı’nın müebbet hapisle cezalandırıldığı ve hukuk ile adaletin değil, aksine adaletsizliğin birlikte düşünüldüğü bir Türkiye tablosu”nun ortaya çıkma riski çok yüksek.
(Milliyet’ten köşedaşım ve arkadaşım sevgili Pelin’in, diplomasi alanında çok takdir ettiğim babası, değerli insan İnal Batu’yu kaybettik. Nur içinde yatsın.)