Mavi küremiz… Astronotların ilk defa gezegenimizi gördüklerinde söyledikleriydi bu… %70’i suyla kaplı olan dünyamız; yaşamın kaynağı ve başlangıcı olan su… İki hidrojen ve bir oksijen dedik su molekülünün oluşumuna basitçe… 13,7 milyar yıl önce Büyük Patlamayla evrenimiz oluşurken, işte bu hidrojen de o zamanlarda ortaya çıkar ve hala evrenimizdeki en yaygın atomdur... Oysa oksijen atomu milyonlarca yıl sonra katılır evrene.
Öyle ki yer küremiz 4,5 milyar yıl önce ilk oluştuğunda alev alev yanardağların olduğu kurak bir yerdi. Derken su, uzaydan donmuş parçalar halinde geldi gezegenimize. O dönemlerde atmosfer henüz oluşmadığı için de su molekülleri kaynayıp uzaya uçuyordu… 500 milyon yıl önce atmosferimiz oluşunca su artık dünyada kalmaya başladı, hatta öyle yağmur yağdı ki kesilmeden, binlerce yıl süren yağmurlardı… Böylelikle o mavi küremizdeki su birikmeye başlamıştı.
Hoş geldin yaşam… Tarihi neredeyse gezegenimizle yaşıt olan suda 3,5 milyar yıl önce basit hücrelerle yaşam başlar ve günümüze değin canlılık çeşitlenir... Neden suyun var oluşunu anlatıyorum derseniz, suyun dengesindeki en ufak bir bozukluk canlılığımız, yaşam için bir tehdit çünkü. Her var oluşun bir de yok oluşu olabileceği için…
Suyun önemini küresel ısınma ve iklim kriziyle tüm dünya konuşurken, ülkemizde de bu çalışmaları yürüten mükemmel bir ekip var: Su Elçileri. Başkanlığını yapan mühendis Özgür Aydıncak ise vizyoner, çevreci, vatansever, dünyasever bir hümanist.
Özgür Aydıncak, seni tanıyarak başlayalım…
Ankara’da Türkiye Cumhuriyet’nin 50. yılında dünyaya geldim. Ziraat Mühendisiyim. Babam Tıp Hekimi, annem ev hanımı, erkek kardeşim Beyin Cerrahı, kız kardeşim de Mühendis… Ailemde eğitim her zaman en önemli konu olmuştur. Ve tüm yaşamımda desteklerini sonuna kadar verdiler. Buradan onlara teşekkür etmek istiyorum…
Peki, çevre konularına ilgin nasıl başladı?
Babamın işi sebebiyle uzun bir süre Ayancık’ta yaşadık. Aslında farkına varmadan çevreci olarak yetişmişim burada... Ayancık, ormanlar ve denizle çevrili bir kasaba ve bu kasabada neredeyse herkes çevreciydi. İlk çevre felaketi ile de aslında bu kasabada karşılaştım çocuk yaşta. Çernobil ve Tuna nehrinden getirilip Karadeniz’e atılan o kirli variller... Bu variller sahillerimize vurmuştu o dönemlerde. Bir de o zamanlar haber kaynaklarına bugünkü kadar hızlı erişemiyorduk. Yaşanmış bir olayı ya akşamları haberlerde verirlerse görebiliyorduk ya da ertesi gün öğlene doğru şehre gelen gazetelerden öğrenebiliyorduk. Biz varillerin üzerindeki kuru kafa işaretlerinden anlamıştık bu işte bir gariplik olduğunu… Sonrasında da gazetelerden anlamıştık varillere dokunmamanın ne kadar akıllıca olduğunu.
Ve aslında bir girişimcisin de... “Su Elçileri”nden bize bahseder misin?
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü AB ile İlişkiler Şube Müdürlüğü’nde mühendis olarak çalışırken gittiğim AB Temel Eğitimde tezimdi aslında Su Elçileri. Telif hakkı bana ait olan bir fikirdi... Sonrasında dönemin DSİ Genel Müdürü şimdinin Tarım ve Orman Bakanlığı Bakan Yardımcısı Akif Özkaldı Bey’e yaptığımız bir sunum sonrası başladık. Kurumsal çalışmalarımız için gerek ulusal bütçe ile gerekse AB fonlarından faydalanarak projelerimizi geliştirdik. Sonrasında Su Elçileri Derneği başkanlığımda kuruldu ve 2021 hedefimiz olan Uluslararası Su Elçileri Federasyonu kurulumu çalışmalarına da devam ediyoruz. Bu kapsamda yakın bir tarihte de Su Elçileri Kadın Derneği kurulup faaliyetlerine başladı. Asıl hedefimiz Birleşmiş Milletlerde bir koltuk. Çünkü su, çevre, tarım konuları çok önemli ve doğru bilimsel yöntemlerle yönetilmesine çaba verilmeli. Sonuç olarak biz olaylara ülkemiz özelinde değil dünya boyutunda bakıyoruz. Bugün Türkiye’nin göz bebeği kurumlarından biri olan DSİ aslında birçok ülkeye de liderlik yapan, bilgi ve tecrübe paylaşımı ile destek olan bir geçmişe sahip.
Harika, sizin “Su Elçileri” üzerine çizgi filmleriniz de var…
Evet. Herkesin bildiği Su Elçileri Animasyon çalışmaları AB projesi içerisinde oldu. En güzeliyse bu projemiz AB tarafından en iyi projelerden biri olarak kabul edildi. Animasyon karakterlerini, senaryo içeriklerini kurulan ekiple birlikte gerçekleştirdik. Hatta Mandalina karakteri de beni temsil eder.
Su farkındalığı nedir? Bu alana olan ilginizi biraz sizden dinleyelim.
Bu konuya ilgim DSİ Eskişehir’de çalışmaya başladığımda ortaya çıktı. Orada herkesin korktuğu bir başmühendis vardı, Mehmet Genç. Başlarda mesafeliydik birbirimize ama sonradan sonraya abi kardeş olduk. O sürekli bizleri araziye çıkararak DSİ’nin ne kadar büyük işler yaptığını gösterirdi.
Aslında yeri gelmişken tam da… DSİ’den de çok kısa bahseder misin?
Elbette. Hiç kendi reklamını yapma çabası olmayan akademik düzeyde, disiplin ile çalışan, 26 bölge ve genel müdürlükte yaklaşık 20 bin kişinin olduğu bir kurum. Böyle bir kurumun varlığını ben mühendis olarak bilmiyorsam kimse bilmiyordur diye düşündüm ve AB ile İlişkiler Şube Müdürü Ayla Efeoğlu ile Ankara’ya tayin olduktan sonra Su Elçileri projesini geliştirmeye başladık.
Ve macera başladı…
Kesinlikle. İşin içine girdikçe dünyada su ile ilgili olup bitenleri daha detaylı öğrenmeye başladım. Dağlarda, vadilerin arasında, tarlalarda muazzam işleri gördüm. Barajların gövde içlerine şahit oldum. Tabi ilk başlarda yapmaya çalıştığımız her şeye birçok kişi mesafeliydi. Aslında bir süre sürekli mücadele ile geçti ama şimdilerde sağ olsunlar bütün idarecilerimiz ellerinden gelen her türlü desteği vermeye çalışıyorlar. Ve kadim dostum DSİ Genel Müdür Yardımcım Murat Dağdeviren Bey’i ve DSİ Etüt Planlama ve Tahsisler Dairesi Başkanı Nazmi Kağnıcıoğlu Bey’i anmadan geçemeyeceğim. Aynı zamanda danışmanlarım Ayla Demirel ve Nurdan Sevgican’da bu yolda hep bana destek olmuşlardır. Ve kızım Nilsu’nun danışmanlığını asla göz ardı edemem. Bugün Su Elçileri çocukları yakalamışsa, onun fikirlerinin katkısı çok olmuştur.
“SU” alanında ülkemizde çalışmalar yapan çok yok. Fütürist olarak tanımlayabilir miyiz sizleri?
Açıkçası evet. Ben ne kadar önde görünsem de arkada gerçekten birbirinden harika fikirler ile beni yönlendiren arkadaşlarım var. Dev bir kadroyuz aslında ben sadece şimdilik orkestra şefiyim. Genelde dünyada sivil toplum kuruluşları kamu ile ortak çok çalışmalar yürütürler. Bu kuruluşlar aslında kamunun da işini çok kolaylaştırıyor. Yani devletin açığını, ayıbını ortaya dökmek için uğraşmıyorlar bunları birlikte düzeltmek için iş birliği yapıyorlar. Biz de dernek felsefemizi bunun üzerine kurduk. Devlet, bu topraklar bizim, bir sorun varsa da bizim, bir ayıp varsa da bizim. Bu yüzden biraz önce de söyledim küresel hedefimiz Birleşmiş Milletler’de bir sandalye sahibi olmak. Tabi buna giden yol çok uzun ve biz buna önce Uluslararası Federasyonumuzu kurmakla başlayacağız.
Çok güzel açıklamalar… Suyun farkındalığını anlatmak için nasıl ilerliyorsunuz?
Dünyamız için insanların sorumlulukları olduğuna inanıyorum ve bunu da en iyi okullardan alacağımızı düşünüyorum. Bu yüzden yaptığımız çalışmaları öncelikle çocuklar için hazırlıyoruz. Yakın zamanda “Suyun 4. Hali Gelecek yani Çocuklar” adlı çalışmamız başlayacak. Bir de bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. yüzyılında Su Elçileri olarak neler yapabileceğimizi planlıyoruz. Bu yüzden yeni animasyon karakterlerimiz Mandareke, Suna ve robotumuz DSİ 1923 ile Su Elçileri Su 4.0 filmi için hazırlanıyoruz. Geleceği insanlara anlatabilirsek farkındalıklarını yoğunlaştırabiliriz diye düşünüyorum. Bu konuda da dernek ajansımız Pinaroma Entertainment ve yöneticileri yönetmen Bilgehan Karaca Bey, Hüseyin Yılmaz Bey ve Hülya Korkmaz Hanım’a teşekkürlerimi bir borç bilirim.
Peki, su farkındalığına ülkemiz ne kadar hazır?
Açıkçası toplumun büyük bölümü hazır değil… Çünkü su ile ilgili sorunları çok gerçekçi bulmuyorlar. Evlerindeki muslukların hep orada olduğunu ve o suyun hep akacağını düşünüyorlar. Ne zamanki covid_19 gibi benzeri bir felaket su ile ilgili yaşanır, insanlar ancak o zaman panik halinde ne yapacağını konuşmaya başlar. Marketlerden aldıkları gıdalardan, tekstile kadar hemen her şeyin suyla üretildiğini bile çoğu insanımız bilmiyor.
HES’ler hakkında da görüşlerini merak ediyorum.
HES’ler yenilenebilir enerjilerin en temizi ve fayda süresi en fazla olanı. Şu anda yanlış hatırlamıyorsam Türkiye elektrik enerjisinin %20-25’ini HES’lerden sağlıyor ve bunun ekonomiye katkısı çok büyük. İnsanlarımız HES’ler hakkında biraz bilgi kirliliğine maruz kalıyor, biraz da değerlendirme kriterleri çok ütopik oluyor. Gelişen dünyada enerji kullanımı çağdaş yaşamın vazgeçilmezi.
Suyu korumak yanında israftan da konuşursak…
İsraf tabi ki önemli, insanlar tasarrufu her yerde yapmaya çalışmalı. Şehirlere ayrılan suyun en çok israfı aslında park bahçe sulamaları, bireysel havuz kullanımları ve otellerde oluyor. Paramı veriyorum, istediğimi yaparım anlayışı var. Ama suyun genel manada en çok israf edildiği yer tarım. Suyun %70’i tarımda kullanılıyor ama hala binlerce yıllık alışkanlıktan vazgeçmiyor çiftçilerimiz ve vahşi sulamaya devam ediyor. Fakat bizim için tasarruftan daha önemli olan kirlilik.
Ah evet… Su kirliliği…
Evet. Dünya özellikle endokrin bozucuları, birçok plastik atığı ne yazık ki arıtamıyor sulardan. Bakın Norveç %70 balığa dayalı bir ekonomi ile yaşamını sürdürüyor. Balıklardaki mikro plastikleri araştırdılar geçen sene. Liste haline getirdiler ve birinci sırada en çok görünen balıklarda araba tekerleği atıkları var. Yani biz denizlerden çok uzak yerlerde fren yaptığımızda arabamızın lastiği ve asfalt arasında parçalara ayrılıp asfaltta kalan lastik parçaları yağmurlarla derelere, derelerden nehirlere, oradan da denizlere ulaşıyor. Bu plastik parçacıkları nasıl balıklara ulaşıyorsa aslında tarım alanlarına ulaşıp tarımsal ürünlerinden sorunu haline geliyor. Kirlilikle mücadele hızla araştırılması gereken bir konu ve geç kalındığında ne yazık ki uzun vadede toplumların sağlığı çok olumsuz yönde etkilenecek.
Dünyada pandemi kadar çok konuşulan bir konu da iklim krizi ve küresel ısınma…
İyi yanından alırsak… Biz aslında şu anda ülkece henüz bunun sıkıntılarını çok yaşamıyoruz. Türkiye üç şeyi yapsa su ile ilgili uzun yıllar sorun yaşamaz. 1. Şehirlerdeki su kayıp kaçaklarını engellese 2. Tarımda yağmurlama, damlama sulama yöntemleri ile gece sulamasına geçip, şebekelerindeki kayıp kaçakları azaltsa ve 3. Nüfusa göre değil kaynağa göre nüfus planlaması yapsa, akılcı bir şekilde süreci yönteme şansı olur. Bazı şehirlerimizde ne yazık ki insan nüfusu gereğinden fazla hale gelmeye başladı. Mesela… Suyun üçte biri Fırat – Dicle Havzasında iken nüfusun üçte biri Marmara Bölgesinde günümüzde...
Çok doğru tespitler… Haberlerde de bu sene yağışı geç de olsa aldık. Barajlarımızın doluluk oranları yükseliyor deniyor…
Bir kere yağışı geçte olsak aldık algısı ne yazık ki İstanbul için barajlarda su azalması ile medya tarafından ortaya atılan bir durum. Doğanın bir dengesi var; baharda kışın yağan karların erimesi ile barajlardaki su seviyeleri artar, yazın bu evlerde, sanayide, tarımda kullanılır ve bir de yazın sıcaklığında buharlaşma olduğunda genelde ekim, kasım aylarında bu seviyelerin düşmesi beklenir ve böylece ocaktan sonra tekrar yağan kar ve yağmurla barajlar dolar. Biraz önce de söyledim kaynağa göre nüfus yerleşimini planlamamız gerekli. İstanbul’un sürekli susuzluk laflarına maruz kalmasının sebebi aslında çok basit, fazla nüfus ve kayıp kaçaklar.
Fazla nüfus, su kayıp ve kaçakları… Biraz açar mısın?
Şöyle düşünün şu anda bütün barajlarımız tam dolsa 18 milyon İstanbul’un gerçek bir kuraklık karşısında 10.5-11 aylık suyu olur. Ama ne olur ne olmaz bizim 12 aylık suyumuz olsun diyorsak İstanbul nüfusun 15 milyona düşmesi gerekli, eğer daha tedbirli olalım da su sorunu 24 ay yaşanmasın diyorsak da nüfusun 8 milyon civarına düşmesi sorunları kaldırır. Üstüne bir de alt yapı yenilenirse İstanbul’da uzun yıllar su sorunu olmaz. Bu aslında Ankara, İzmir, New York, Tokyo, Cape Town için de geçerli. Aslında ülkemiz şanslı, tarımda ve şehirlerde alt yapılar yenilenirse ve insanlarımızın bilinci artarsa bence ülkemiz uzun yıllar bu sorunu yaşamaz.
Peki ya yer altı sularımız? Azaldığı yönünde bilgiler var çünkü…
Evet, bazı bölgelerde yeraltı su seviyeleri hızla azalmaya başladı. Bunun sebebi de kuraklık değil, tarım ürün tiplerinin değişmesi. Çiftçiler daha çok gelir elde edeceği ürünleri binlerce yıldır topraklarında ekilen bitkilere tercih ettiler ve su seviyeleri düşmeye başladı. Şayet eski ürünlerine geri dönerlerse bu bölgelerde de bir müddet sonra yer altı su seviyeleri kendini toparlayacaktır. Sonuç olarak eğer akılcı su kullanımını sağlarsak çok uzun yıllar ülkemiz sıkıntılardan uzak kalacaktır.
Anlıyorum… Bir de suların yükselmesi ile ilgili de bilgiler var…
Küresel ısınmadan dolayı bizim beklediklerimiz ve tehdit gördüğümüz durumlardan biri… Mesela sahile kenarı olan yerleşim yerleri 2100 yılı geldiğinde deniz seviyesinin 1 m artması ile zemin seviyesinde sular altında kalacak. Bu tabi şu anda ki bilimsel çalışmaların mevcut durumu gelecek öngörüsü ile düşünülüyor. Akılcı yönetim yapmaya çalışan devletler 60-70 yıl sonra sular altında kalacak bölgelere yatırım yapmamaya, bu şehirleri denizden uzaklaştırmaya çalışıyor. Bugün aklımıza gelen birçok dünya sahil kenti bundan nasibini maalesef alacak. Tabi asıl tehditlerden biri de doğal barajlar olan dağlardaki kar miktarının kritik miktarda azalması ki bu olduğunda ciddi anlamda kuraklıklar baş gösterecek. Herkes kendi suyunun her damlası için sert mücadeleler verecek. Dünya bu durumları gördüğünden aslında görünmeyen bir savaş ile kaynakları kontrol etmeye çalışıyor. Bizde devlet olarak her damla suyumuzu barajlarımızda toplamak için en iyi şekilde çalışıyoruz.
Bir de 3 tarafı denizlerle çevrili bir ülkeyiz. Susuz kalma durumunda denizden içme suyu elde etme yolları nelerdir biraz açıklar mısın?
Denizden su elde etme teknolojisi ülkemizde var ve küçük oranlarda kullanılıyor ama gerçekten maliyetli. Bu konuyu düşünürken şunları unutmayalım; mevcut teknoloji ile deniz suyu arıtılarak saf su niteliğine gelebiliyor ve bu ne yazık ki doğrudan insan ya da bitki için kullanılabilecek nitelikte değil. Bu arıtılan suyu bir başka temiz su ile paçallamak lazım yani karıştırmalıyız. Bunu yapabilmek içinde deniz seviyesinde arıtılan bu suyu bir baraja borular ile pompalanması ve orada paçallanarak kullanılması gerekir. Bazı ülkeler küçük ölçekte denize yakın noktalarda bu suya mineraller ekleyerek az miktarda insan için su üretebiliyorlar. Mesela bazı Arap ülkelerinde bu yapılıyor. Onların enerji maliyeti sorunu ve tarım yapma ihtiyaçları olmadığından dolayı bunu yapmaktan çekinmiyorlar. Ama bizim gibi nüfusu yüksek ve tarımın yoğun yapıldığı bir ülkede tatlı suyumuzu korumaktan başka çaremiz yok maalesef.
Tarıma gelelim… Tarımla uğraşan çiftçilerimiz ne kadar bilinçli şekilde su kullanıyorlar?
3600 yüzyıl önce Hititler kanunlarının 25. ve 162. maddelerinde su ile ilgili metinleri mevcut. 25. madde su kaynaklarının kirletilmemesi üzerine, 162. madde ise tarımda özellikle su paylaşımına yönelik kuralları belirlemiş. Son 50 yılda damlama ve yağmurlama sulama sistemi yaygınlaşmaya başladı ama çiftçiler binlerce yıldır vahşi sulama yöntemleri ile üretmişler ve bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri kolay olmuyor. Son yıllarda vahşi sulamadan vazgeçip damlama sulama, yağmurlama sulama ve gece sulamasına geçen bilinçli çiftçi sayımız artıyor. Şayet çiftçilerimiz kendi devamlılığını sağlamak istiyorsa akılcı yöntemlere açık olmalı. Suyun %70’i tarımda kullanılıyor ve eğer yenilikçi yöntemler kullanılırsa bu rakam %45-50’ler seviyesine düşebilir ve tarımın uzun yıllar su sıkıntısı olmaz.
Su ve Gelecek… Bir çevreci ve mühendis gözünden gelecek nedir?
Sürekli insanların şehir insanı olmaya çalışması, yeni kuşağın şehirlerdeki başarılarının devam etmesine çalışmanın olumsuzlukları beni korkutuyor. Pandemi döneminde herkesin bir anda marketlere hücum ettiği bir dönem yaşadık. Eğer mart ayında ülkemizde çiftçiler inemeseydi tarlalara, sıkıntı büyük olacaktı ve ilerleyen dönemlerde açlık ile karşı karşıya kalacaktık. Bakın geçenlerde Amerika Teksas’da yoğun kar yağışları nedeni ile marketler tamamen boşaldı ve bazı insanlar açılık ile sınav verdi. Yakın bir gelecekte ülkemizde böyle olumsuzlukların yaşanması çok güç, çünkü bizim iyi bir tarım alışkanlığımız var. Ülkemizi doyurmaya yeter. Ama köyden şehirlere olan göçe engel olamazsak, bu gücümüzü gelecekte kaybedebiliriz. Her çocuğun doktor, avukat, mühendis, öğretmen olmasını beklemek bu çocukların geleceğine yapacağımız en büyük haksızlık. Herkes şehir yaşamına özendirilirse çiftçiliği yapacak insan bulamayacağımız bir geleceğe doğru gideriz.
Hayalindeki bilim kurgu fikrin nedir?
Bu vahşi tüketim alışkanlıklarıyla gelecekte insanların robotlara hizmet ettiği bir dünya... Bana göre 2070-2080’li yıllarda dünya nüfusu hızla düşecek ve bu şehir insanları yaşamlarını devam ettirebilmek için tarımda, fabrikalarda, hizmet alanlarında kendilerine robotlar yapacaklar ama bir gün o robotlara bakım yapacak insanlarda olmayacağından insanlık yok olmaya yaklaşacak. Ayrıca kirliliğin insan genetiğinde yaptığı hasarı göz ardı edemiyorum. Önce dünyadaki engelli sayısı artacak sonra ölüm yaş ortalamaları düşecek, sonra da üreme yeteneğini kaybedecek. Yani bu günler bana son iyi günlerimizmiş gibi geliyor.
Twitter: FlzDag
Instagram: Benfilizdag