Dijital çağın en küresel kullanım alanı sosyal medya platformları ve bloglar oldu. Buralarda hepimiz birer izleyici olduğumuz kadar; yazar, çizer, okur, tartışır ve fotoğrafçı da olduk. Milatlar öncesinden günümüze birçok yazar ve bilim insanlarının bilgileri ve sözlerinden güncel haberlere kadar hepsi mükemmel bir hızla yayılıyor.
Her türlü bilgiye erişim derken… Eğer hayattalarsa paylaşımlarını alıntıladıklarımızın sahiplerine de artık ulaşmak, bir iki çift lafın belini kırmak da hayal değil.
Böyle bir sosyal medya platformunda yaklaşık dört yıl öncesinde tanıdım Kaan Murat Yanık’ı. Birçok kişi onun kitabından paylaşımlar yapıyordu. Bir bakayım dedim… Derken yazarın kendisi, Kaan’ın da okurlarıyla etkileşim içinde olduğunu görünce daha bir sevindim. Yazarlara erişim ne muazzam… Genç yazarlar bu anlamda daha etkin. Evet… X ve Babyboomers kuşağı pandemi döneminde sosyal medyayı daha çok keşfetmek zorunda kaldılarsa da kitlesel bir giriş yaptılar onlar da.
Bilimde olduğu gibi edebiyatta da ufkumuzu açan yazarlara ihtiyacımız çok. Bu hafta konuğum oldu Kaan. Genel kültürü ve bilgi birikimi çok derin, samimi ve de çok genç bir yazar. Genç derken… 24 yaşındayken ilk kitabını yazıyor… Hem de bir şiir kitabı: “Kalküta”. Tam bir yetenek. Aklımdan geçense… Nobel Edebiyat Ödülüne aday isimlerle ilgili son zamanlarda yaptığı paylaşımlarda bir gün gelip o ve onun gibi nicelerinin adını da görebilmek…
Kaan Murat Yanık… Hadi seni tanımakla başlayalım.
1988 yılında Azerbaycan Türkü bir ailenin büyük çocuğu olarak Iğdır’da dünyaya geldim. Gündüzleri babaannemlerin büyük bahçeli Rus mimarların elinden çıkma taş evinde, akşamları ise o zamanlarda yeni yeni yaygınlaşan çok katlı apartman dairesinde büyüdüm.
İki farklı ama bir yandan kardeş kültür… Seni bir yazar yapan değerlerden diyebilir miyiz?
Kesinlikle… Anneannemin kayısı bahçesinin ortasında anlattığı geleneksel Azeri masalları ve amcamların okudukları klasik ve çizgi romanlar, hayal gücümün belki de gereğinden fazla geniş olmasına neden oldu. Hem masallar hem de o klasik romanları birilerine okutmak suretiyle can kulağıyla dinlemeyi, kulağıma dolanları zihnimde ete kemiğe büründürmeyi çok severdim.
Çocukluğunda hikaye ve masallar kadar hep kitaplar da vardı demek ki…
Evet. Annem de babam da bana erken yaşlardan itibaren kitap okuma hususunda çok yardımcı oldular. Çocukken ‘Büyüyünce ne olmak istiyorsun?’ diye sorulduğunda içinde bulunduğum hayalin tesiriyle çeşitli cevaplar verirdim. Astronot, avukat, spiker, ressam, aktör, yazar, deniz korsanı hatta kral…. Zamanla en çok yazar olmak istiyorum cevabını vermeye başladım.
O zaman Kaan çocukluk hayalini gerçekleştirdi diyebiliriz.
Öyle oldu. Dünyada bana biçilen rolün ne olduğunu erken yaşlarda idrak etmiştim. Okumayı ve resim çizmeyi seviyordum. Büyük, servi ağaçlarıyla kaplı uçsuz bucaksız yemyeşil bahçenin sonunda kuyunun yanında oturur bu role yeni neler ekleyeceğimi düşünürdüm.
Çok güzel. Örnek verebilir misin bu hayallerine?
Mesela gün batarken Ağrı Dağı manzarasını izleyip, bu dağın arkasında hangi şehirler olduğunu tahayyül etmeye çalışırdım. Sonra babamın bana rastgele seçip aldığı güzel resimleri olan bir kitap vardı hiç unutmam; İki Kurbağa isminde. Kyoto ve Osakalı iki kurbağanın macerasını konu alıyordu kitap. Resimlerine bakıp hikayenin içinde iyice eridikten sonra Japonya denen ülkeye nasıl gideceğimi düşünürdüm. Aslında kurgu yapardım.
Nasıl bir kurgudan bahsediyorsun?
Mesela evdeki vantilatörlerin pervanelerini söküp onlardan ufak çapta bir uçak ya da helikopter yapamaz mıydım? Bunu denemiştim.
Yaratıcılık tam da bu… Bir yazarın mühendislik kurgusu, çözüm sunuş yöntemi… Multidisiplinerliğe geldi konu…
Evet… Multidisiplinerlik diğer ismiyle allamelik bizim yani doğu insanlarının çok da yabancı oldukları bir mefhum değil. Yani Şair Fuzûlî’den tutun İbn-i Sina’ya, Farabi’den Hayyam’a kadar birçok doğulu isim birkaç alanda bilgi sahibilerdi. Söz gelimi Ömer Hayyam; matematikçi, şair, dil bilimci ve gök bilimciydi. Ayrıca batıl ilimlerden, geleneksel tıptan da anlardı. Birkaç dil bilirdi.
Başımıza icatlar çıkarmak… Kişi kendisini geliştirebilir mi diyorsun o zaman?
Bunun kişinin kendisini geliştirmesiyle ilgisi yok bence. Yani kişisel gelişim kitaplarının güdümünde ‘kendine değer kat’ gibi saçmalıkların çok ötesinde bir olgu. İnsan birçok şeyi evvela merak ettiği için öğrenmek ister bu kadar. Bu zorla yapılacak bir şey değil. Tutku meselesi. Benim tüm dünya ülkelerine merakım var. Her gün bir ülkeyi araştırırım. O ülkenin edebiyatını, tarihini, kültürünü, ekonomisini, sosyolojisi kısacası her şeyini. Fırsat bulduğum ilk anda da gidip sokak sokak ev ev gezerim. Notlar alırım. O ülkenin en gelişmiş ve en geri kalmış şehirlerini mukayese edip insanlarıyla elimden geldiğince röportaj yaparım. Tüm bunları herhangi bir işe yarasın diye değil sırf tutkumdan yaparım.
Tutku ve merak çok değerliler… Peki, yazarlık ve kitaplara önceki dönemlere kıyasla yaşadığımız dönemde ilgi ve önem arttı mı?
Pandemi döneminde kitap okuma oranlarında ciddi bir artış olduğunu pekala söyleyebiliriz. Fakat yerli kitaplardan ziyade klasik yabancı romanlar daha çok okundu. Nasıl ki kriz anlarında yatırımcılar güvenli liman olarak gördükleri para birimlerine meylederlerse okurlar da riske girmeyip yeni isimlere şans vermek yerine daha önceden en az bir iki eserini okuyup tatmin oldukları yazarlara yöneldiler.
Ya pandemi üzerine konularda?
Elbette… Salgınlarla alakalı kitaplar çok okundu. Bildiğim kadarıyla birçok yazar dostum salgın hakkında romanlar, denemeler yazıyorlar. Ben bu konuyu yazmak istemedim. Çünkü her ne kadar virüsle yatıp virüsle kalksak da ileride insanların bu konuyu hatırlamak istemeyeceklerini düşünüyorum. Yani virüs geçip gittikten sonra yazılan virüs romanları çok soğuk gelecek insanlara.
Yeni nesil Y ve Z’nin kitap okumaya bakışını nasıl buluyorsun?
Y ve Z neslinin iyi derecede kitap okuduğunu söylemek yanlış olmaz. Birkaç üniversitenin yaptığı ölçümler de bunu doğruluyor. Özellikle dijital dizi ve film platformlarının tesiriyle hikayeye olan ilginin arttığını düşünüyorum. Başkalarının hayatlarını merak ediyoruz ve bu açlığı gidermek için kitaplara ihtiyaç duyuyoruz. Kitap okuma oranlarının arttırılması için yazar ve yayınevleri ile akademinin daha fazla işbirliği yapması ve bunun akabinde kültür ve sanat politikalarının ıslahına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de okurlar genelde hangi türü tercih ediyor?
Daha çok psikogerilim ve romantik novellalar ilgi görüyor diye biliyorum. Aşağı yukarı dünyayla aynı yönde…
Roman vs Gelecek… Çağlar açılıp kapanıyor. Bir roman yazarı gözünden gelecek nedir?
Ben zamanı daha önceden yapılmış bir mefhum olarak görüyorum. Zamanı bir somun ekmeğine benzetelim. Biz bu ekmeğin bir ucundan girip diğer ucundan çıkıyoruz. Yani her şey olmuş ve bitmiş. Yanılsamaların içinde çırpınıyoruz sanki.
Ve dijital çağa da şahit oluyoruz…
Evet… Teknoloji açıkçası beni korkutuyor. Şöyle düşünelim elli yıl evvel, insanların ellerinde teneke kutularla dünyanın bir ucundan diğer ucuna görüntülü konuşmaları ancak bilimkurgu romanlarında görülebilecek ve asla gerçekleşmeyecek bir şey olarak görülürdü. Bugün hepimiz her an, birileriyle görüntülü konuşuyoruz. Bu sebeple teknoloji bizim dönemimizde nereye kadar ilerler kestirmek güç.
Bu gelişmelerin edebiyata etkisini nasıl görüyorsun?
Dijitalleşmenin edebiyata etkisi daha ziyade e- dergi, e- kitap, e- söyleşi, e- atölye şablonları üzerinden ilerliyor şu anda. Fakat kütüphanelerin dijitalleşmesi, sözgelimi Columbia Üniversitesi’nin kütüphane arşivine oturduğum yerden ulaşmak, oranın kitap rafları arasında sanal da olsa gezinti yapabilmek paha biçilmez.
Dijital platformlarda da birkaç yıldır kitaplar bulunuyor. Baskı kitapların yerini tamamen alacağını düşünüyor musun?
Böyle bir şey olacağına çok ihtimal vermiyorum. Özellikle roman özelinde konuşursam kitabın okur ile eşya- insan- aura üçgeninde güçlü bir bağı var. Yani kolay vazgeçilecek bir şey değil.
Columbia Üniversitesi’nde sanal gezinti demişken… Romanlarını yazarken gerçek anlamda bolca geziyorsun hem Türkiye’de hem de yurt dışında. Yine merak mı?
Aslında hem ilham hem de araştırma için. Özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine daha fazla gidiyorum. Butimar ve Uzakların Şarkısı romanlarımın birkaç dile çevrilme meselesi gündemdeydi. Hatta Mart 2020 gibi bu konuyla alakalı görüşmeler yapmak için Brüksel’e gidecektim ve fakat malum; Coronavirus tüm planları alt üst etti.
Küresel yazarlarımıza senin de katılacağını duymak çok mutlu etti beni. Kitap yazım aşamasının araştırmaları esnasında seni şaşırtan olaylar oluyordur…
O kadar çok ki… Ama en şaşırtanı sanırım 2017 yılında romanımın son halini editörüme yolladıktan sonra Budva’da Adriyatik Denizi’ne dalıp iki yıldır uğraştığım kitabımın nihayete ermesini kutlarken deniz altında gördüğüm kırmızı renk bir balıktı. İhtişamlı bir balıktı uzansam avuçlayacağım kadar yakındı da. Sahile çıktığım zaman bu balığın türünü araştırmaya başladım. Fakat epey uğraşsam da herhangi bir malumat edinemedim. Sonra kitabımın kapağının rengini o balıkla aynı renkten seçtim.
Her ülkenin efsaneleri vardır. Seni en çok etkileyen efsaneler hangi ülkenin?
Özellikle Japon, Hint ve Pers mitosları beni çok etkiler. Türkiye de efsaneler yönünden çok zengin bir coğrafya. Bunlar üzerinde hayatımın bir döneminde çalışmak isterim.
Yeni kitap hazırlıklarının yanında yayınlanan romanlarının bir filmde hayat bulmasını ister misin?
Üç romanımın da filmleştirilmesini elbette isterim. Butimar ile alakalı geçmiş yıllarda teklif de aldım. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse yapım şirketinin hikayeyi ele alış şeklinden ötürü sıcak bakmadım. Yetkinliğinden şüphe duymayacağım mahir bir yönetmen ve dahi iyi bir cast kadrosu olursa seve seve böyle bir güzelliğin içinde olmak isterim.
Sosyal medyada paylaşılanları okumak kitap okumanın yerini alabilir mi? Birçok kişi kitap yayınlamak yerine kısa bilgileri veya hikayelerini bu platformlardan yayınlamaya başladılar. Sosyal medya yazarı gibi…
Çok açık söyleyeyim yerini alamaz, alabilemez. Bahsettiğiniz şey ve bunu yapan kişiler edebiyat dairesinin dışındadır. Yani popüler kültürün her gün değişen yeni bir boyutu… Kalıcı şeyler olacaklarını düşünmüyorum.
Hayalindeki gelecek güzellemesi fikrini alalım senden…
Zaman makinesi ile dünyanın dilediğim yerine ve zamanına seyahat etmek. Bunun hayalini çok kurdum. Yani bu filmlerde, çizgi romanlarda gördüğümüz türden kanlı canlı bir makine, kapsül veya benzeri bir şey olmayabilir. Belki de tamamen zihin kontrolü sayesinde zamanda yolculuk yapmak. Gözlerinizi açıyorsunuz evinindesiniz fakat eşyalar aynı değil. Pencereler farklı... Perdeler ha keza öyle. Tereddüt ederek dışarı bakıyorsunuz etrafınızdaki her yer yemyeşil. Uzaktan Galata Kulesi seçiliyor. Ayasofya ve Süleymaniye... Fakat modern zamanlara ait hiçbir şeyden iz yok. Arabalar yok, asfalt yok, gürültü yok, gökdelenler yok. Toprak yolda birkaç at var tok sesler çıkararak yürüyorlar. Atlardan birinin üstünde yeniçeri kıyafetleri olan bir adam var. Bu bir şaka mı? Nasıl yani? Hangi yıldayım...
Twitter: @FlzDag
Instagram: benfilizdag