İzmir depremi de tarihe karıştı. Enkazlar kaldırıldı, gündem değişti. Depremi konuşanlar, yazanlar bir hayli azaldı. Son popüler akım anı yakalamak diyoruz ya aslında bu toprakların insanları genelde hep bugün için yaşarlar. Çok şükür bugün de doyduk! Geçmiş geçmişte kaldı, yarına Allah kerim…
Buna unutkanlık diyemiyorum. Bu tarih biliminin öneminin bilinmemesi ve anlatılamamasından… Özellikle “Tarih Bilimi” diyorum çünkü “tarih işte” denilip geçildi yıllarca. Oysa tarih bilimi, yaşadığımız topraklar için tarımdan ekonomiye, sağlıktan teknolojiye binlerce yıllık hafızaya sahip olmamız demek. Bu bellek sayesinde 2. Abdülhamid’in dediği gibi tarihin tekrarını değil, ders almadığımız hataların tekrar ettiğini görürüz.
Geleceğimizi geçmişimizin üstüne inşa ederiz. Başarılar elde eder ve “Tarih Yazarız.” Genelde de tarihi kazananlar yazıyor… Böyleyken kazanılmışı bilmemek, arşivlememek, hatta üstüne var olan eserlerimizin de göz göre göre yitip gitmesine göz yumunca hafıza kaybına uğruyoruz. Sıfırdan başlamak gibi. Yazdığımızı düşündüğümüz tarihin kanıtlarını bir bir siliyor ve başkalarını dinler, inanır oluyoruz. Tam da Atatürk’ün “Tarihini bilmeyen bir millet yok olmaya mahkumdur!” sözündeki gibi.
İşte bu hafta tarih araştırmacılığına hayatını adamış Mehmet Dilbaz ile tarihten geleceğe birçok konuya değindik. Kendisinin rehberliğinde gerçekleştirdiğimiz tarihi yarımada gezimiz için ise anlatılmaz yaşanır ve öğrenilir diyorum. Yazdığı “Kaybolan Tarihin Peşinde” isimli kitabında İstanbul’a ait onlarca eserin hayata kazandırılışını okuyacaksınız. Ve muazzam bir fotoğraf arşivcisi kendisi… Osmanlı döneminden günümüze İstanbul’a ait yaklaşık 90.000 adet fotoğraf koleksiyonu var…
Mehmet Dilbaz’ı tanıyalım…
Tarih araştırmacısı ve yazarım. Ocak 1974’te İstanbul’da doğdum. Kabataş Erkek Lisesi’nden sonra Trakya Üniversitesi Turizm Bölümü’nde öğrenim gördüm. Henüz çocuk yaşlarda başlayan tarih merakımı sosyal, görsel ve yazılı medya aracılığı ile oluşturduğum “Kaybolan Tarihin Peşinde” hareketi ile devam ettiriyorum. Bu hareket ile Bizans’tan ve Osmanlı’dan günümüze ulaşan tarihî eserlerin korunması ve yaşatılması konusunda farkındalık oluşturmak tek hedefim. Bunların yanında Yunanistan ve Balkanlar’daki Osmanlı eserleri konusunda hâlen çalışmalar yürütüyorum. Ulusal medyada da tarih içerikli televizyon programlarım devam ediyor. Nurbanu ve Orhan’ın babasıyım.
Kitap gibi konuşuyorsunuz. Hatta tam bir İstanbul Beyefendisi gibi Türkçeniz var. Bir İstanbul hayalinden yola çıktınız ve kendi hikayenizi yazıyorsunuz…
İstanbul gibi bir şehirde yaşayıp da bunların hayalini kurmamak mümkün değil ki! Eski bir sokakta gördüğünüz şirin bir çeşme, ahşap bir konağın kalıntısı ya da zamana meydan okumuş asırlık bir çınar ağacı insana hayal kurulmayan bir an bırakmıyor.
Haklısınız. Yeni hedefleriniz neler olacak?
İlerleyen dönemlerde birinci yerel hedefim, ulusal kültür envanterini tam hakkıyla oluşturmak ve kültürel mirasımıza tam anlamıyla sahip çıkılmasını sağlayacak düzenlemeler yaptırmak. Küresel bazda ise dünya kültürel mirasının önemli bir kısmında katkısı olan dünya İslam kültürel mirasının korunması için gerekli çalışmalar yapmak.
Muazzam… Umarım hepsi başarıya ulaşır. Peki, Mehmet çocukluk hayalini gerçekleştirdi diyebilir miyiz?
Ben şu an tam olarak çocukluk hayallerimin içinde yaşıyorum aslında. Çünkü altı yaşından itibaren kadim kentin tarihi eserlerini gezmeye başladığımda bende oluşmaya başlayan kültürel hafıza ilerleyen yıllarda bunların nasıl hızla yok olduğunu da görmemi sağladı ve bu sayede, bu kayboluşa dur deme adına neler yapmam gerektiği konusunda beni tetikledi.
Anlıyorum. Bir şehrin hele ki İstanbul’un kaybolan tarihi üzerine çalışmak... Sizden öğrenmek isteyenlere açıklar mısınız?
Yaklaşık yedi yıldır profesyonel bir şekilde İstanbul’un kültürel mirasının korunmasına hizmet ediyorum. Çok disiplinli yaklaşım, tarih gibi içinde çok fazla yan dal barındıran bir alanda çalışmanın olmazsa olmazı, çünkü özellikle kent tarihçiliğiyle uğraşıyorsanız, kentin sadece tarihi eserlerinin yapım ve bozulma sürecini değil, aynı eserin yapıldığı dönemden itibaren kimler tarafından kullanıldığını, o kişilerin hayatını, yemek zevklerini, müzik zevklerini ve mahalle kültürlerini de bilmeniz gerekiyor. Tarihi eserleri oluşturan estetik birikimin, kültürel inşa süreçlerinin aşamalarını oluşturan edebi, musiki havzayı, o dönemin toplum yapısını ve bireyin perspektifini ele almamak mümkün değil. Dolayısıyla iyi bir tarihçi olmanın temel şartı multidisipliner bir bakış açısına sahip olmak diye düşünüyorum.
“Tarihi Değerler ve Kültür Mirası” kavramları tam olarak nedir?
Tarihi değerler, bir toplumu inşa eden, bireyin hafızasını kurgulayan, insan yaşamının dönem dönem nasıl yönlendiğini bize gösteren önemli bir bütündür. Bu sebeple söz konusu tarihi değerler, kültür mirası olduğunda, sadece geçmiş zamanın kronolojik bir sıralamasını değil; katmanlı bir yapıyla tarihteki paralel yaşantıları, estetik anlayışları, yaşam dinamiklerinin kavrayışı vb. meseleleri ele almış oluyoruz.
Peki sahip çıkmazsak değerlerimize…?
Evet… Bizi biz yapan kültürel mirasımıza sahip çıkmazsak, hep şikayet ettiğimiz yabancı kültürler bizim kültürümüzü işgal eder. Klasik bir laftır fakat “Tabiat boşluk kaldırmaz!”. Sen kendi kültürel mirasına sahip çıkmayıp alanı boşaltırsan, senin boşalttığın o alanı, yabancı bir kültür gelir doldurur. Bir milletin omurgasını, iskeletini yani yaşam içerisinde var olma dayanağını oluşturduğu için kültürel miras ihmale gelmez. Bu değerler bütünün farkındalığını kazanmış olan bir millet kültürel geleceğini kurtarmak adına kendini ihya etmiştir.
Kültürel ve tarihi turlar da düzenliyorsunuz… Özellikle Yunanistan ve civarı değil mi?
Evet. Yunanistan, balkanlar özelinde kaybolan tarihin peşinde hareketini düzenlemenin benim için önemli tarafı, kendimin de Selanik göçmeni olmamdan kaynaklı. Osmanlı imparatorluğu oradan çekildikten sonra o topraklarda kalan eserler, yapılar, çeşmeler, camiler, hamamlar, mescitler vb. önemli miraslar orada kaldı.
Sizinle ilk tanıştığımızda Bizans için 17.yy’da ilk defa bu isimle anılmaya başlandı demiştiniz. Aslında çok yeni… Biraz açar mısınız?
Tabii…Tarihte Bizans imparatorluğu diye bir adlandırma yok. Roma 395 yılında Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye ayrılıyor. Barbar akınlarından dolayı elli yıl içinde Batı Roma İmparatorluğu yıkılıyor. Konstantinopolis başkentli Doğu Roma İmparatorluğu ise tek Roma imparatorluğu olarak kalıyor ve hiçbir zaman kendilerini Doğu Roma ya da Bizans olarak tanımlamıyorlar. Dolayısıyla biz Bizans İmparatorluğunu değil, Roma İmparatorluğunun son kalan parçasını fethettik. Bizans İmparatorluğu adı on yedinci yüzyılda Alman bir tarihçinin verdiği bir ad.
Tarihi insanlar yazıyor işte bunun bir kanıtını da siz sundunuz… Çok merak ettiğim bir konu: Kayıp Kıta Mu ve Göbeklitepe arasında benzerlikler var mı?
Göbeklitepe’nin bulunması bundan önceki çağlarda dünyada gelişmiş bir uygarlığın var olmuş olabileceğine dönük görüşleri destekliyor, çünkü bu uygarlık kalıntısı bilinen bütün tarih algısını değiştirdi. Dolayısıyla kayıp Kıta Mu hikayesini bir “Urban Legend” olarak görenler bile acaba mı şeklinde görüş değiştiriyorlar. Tarih ilminin şu güzelliğini çok seviyorum, hiçbir zaman kati bir tarih algısı olamıyor, her yapılan yeni keşif bir önceki yapılanları geçersiz kılıyor.
Dijital çağın pandemik hastalıklar çağı olacağı yönünde bazı tezler var. Tarihimizde bu ve benzeri felaket ve hastalıklarla nasıl mücadele verdik?
Evet… Tarihe baktığımız zaman dünyanın başını veba, kolera, çiçek ve grip salgınları gibi salgınlar oldukça meşgul etmiştir. Bu salgınlar öyle bir hale gelmiştir ki insanların bütün gündelik rutinleri, yaşantılarının tamamı bundan geri döndürülemeyecek bir zararla etkilenmiştir. Özellikle büyük veba salgını sonrası Avrupa'da ciddi nüfus kayıpları meydana gelmiş, bu kayıplar sonucu geniş araziler sahipsiz kalmış, üretilen tarım ürünleri azalan nüfusa fazla gelince yeni ticari imkânlar doğmuştur.
Peki Osmanlı dönemini ele alırsak?
Osmanlı coğrafyası ise vebayla oldukça eskiye dayanan bir tanışıklığa sahip. Beyliğin temellerini atan ve imparatorluğa giden büyük medeniyetin oluşmasında büyük katkıları olan Orhan Gazi, veba yüzünden vefat ediyor.
Aaa bunu bilmiyordum mesela…
Tabii… Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşanan veba salgını, Sultanın şehri terk ederek Rumeli topraklarına geçmesine neden olmuştur söz gelimi. 18.yy'ın başlarından itibaren veba Avrupa için bir sorun olmaktan çıkmaya başladıysa da Osmanlı coğrafyasında 2. Mahmud dönemine kadar yaşanan süreçte varlığını sürdürmekteydi. 1830'ların başında bir de Osmanlı'yı kolera salgını etkilemiş, bu yüzden “Meclis-i Tahaffuz” isimli bir karantina meclisi kurulmuş ve gerekli tedbirler bu meclise isnat edilerek alınmaya başlanmıştı.
Karantina meclisi Meclis-i Tahaffuz… Günümüzün Covid-19 Bilim Kurulu gibi demek ki… Başka neler yapılmıştı?
Şöyle… Salgın hastalık için eski zamanlardan beri tecrit amacıyla kullanılan Kız Kulesi yetersiz kalınca Kuleli Kışlası ilk Tahaffuzhane, yani karantina tesisi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Bu süreçte Çanakkale'de bir karantina istasyonu kurulmuş, Akdeniz'den gelen gemiler burada durdurularak denetlenmişti. İlerleyen yıllarda bu istasyonlara Karadeniz'den gelen gemilerin denetlendiği Kavaklar İstasyonu eklenmiş, İmparatorlukta Sinop, Trablusgarp, Beyrut ve Basra gibi önemli liman kentlerinde Tahaffuzhaneler açılmıştı.
O dönemlerde ne gibi önlemler alınıyordu ve ne çeşit tedaviler uygulanıyordu peki?
Temel düstur; öncelikle hastalık yaşanan beldeye gitmemekti, o beldede iseniz orayı terk etmemekti. Osmanlı hekimleri hastanın temiz ortamda bulunmasını sağlıyordu. Bol ve temiz hava alması sağlanan hastanın aynı zamanda iyi beslenmesi için gerekli tedbirler alınıyor, Tıyn-i Mahtum adı verilen beyaz killi toprak tablet haline getirilerek hastalara yediriliyordu. Bu toprak ise Limni Adası’ndan çıkartılıyordu. Başta veba olmak üzere çeşitli zehirlenme vakalarına iyi geldiği biliniyordu. Bu killi toprağın faydalarını bilen Fatih Sultan Mehmet, Limni Adası’nı bu değerli maddeyi elde edebilmek için fethettirmişti. Bunun dışında, içme sularının kaynatılması adeti vardı. Orta Asya geleneğinden gelen tütsü kullanımı, salgın zamanlarında şehirlerin genelinde yaygınlaşıyordu. Evlerde, tekkelerde, camilerde, umumun kullandığı hemen her alanda tütsü olarak kullanmak için evvela üzerlik ve ardıç dalları olmak üzere çeşitli reçineler, sandal ağacı ve kekik gibi hoş kokulu bitkiler yakılırdı. Sokaklar, özel görevliler vasıtasıyla sirkeli sularla yıkanırdı.
Ne mutlu ki tarihçiliğe yaşadığımız dönemde ilginin arttığını görüyorum.
Kesinlikle son dönemde kültür tarihine ilgi oldukça arttı. Bunun en büyük sebebi sosyal medyanın ve dijital mecraların kullanımının yaygınlaşması. Eskiden insanlar, tarihi bir sokaktan geçerken gördükleri bir çeşme ya da bir mescide bakıp yürümeye devam ederken, artık google’a girerek o yapının aslında ne olduğunu ve içinde ne gibi hikayeler barındırdığını araştırıyor. Benim bu alanı seçmemdeki sebep ise, kendi çocukluğumun, anılarımın şehrine duyduğum yakınlıktı. Kendi doğup büyüdüğüm şehre karşı duyduğum merak beni başka şehirlere, başka anılara, başka hafıza mekanlarını araştırmaya yöneltti.
Haklısınız. Dijital çağın faydaları…
Evet. Türkiye’nin tarih ve kültür farkındalığında dijitalleşmenin etkisiyle az da olsa bir ilerleme olduğunu düşünüyorum fakat olması gereken merhalede bir ilerleme değil. Çok daha fazla yol alıp, ilerleyip, kendi kültürel kimliğimizi yeniden tanımaya, köklerimizi yeniden keşfetmeye ihtiyacımız var. Son dönemde özellikle sosyal medyanın sık kullanılmasıyla, dijitalleşmenin artmasıyla destek bulduk. Kaybolan tarihin peşinde hareketiyle yüz/yüz elli bin kadar gönüllüye ulaştık.
İletişimin yeni yüzü oldu…
Kesinlikle. Dijital çağ iletişimi, insanların diyaloglarını sıklaştıran, haberlerin daha çok ve kolayca yayılmasını sağlayan ve tabii ki en önemlisi de tarihe, kültür tarihine, şehir tarihçiliğine, hafıza mekanlarına ilgi duyan insanların bir araya gelmesine vesile oluyor. Sosyal medyada yaptığım bir paylaşımla, dijital platformlar olmasa haberi olmayacak insanlar, bu dijital imkanlar sayesinde sayfaları takip ediyorlar. Konferanslarda, seminerlerde, konuşmalarda, tarihi mekan gezilerinde bir araya gelme imkanımız oluşuyor.
Tarih vs Gelecek… Köşemin adı Gelecek Öncesi Çağlar… Ve dijital çağa şahit oluyoruz. Bir tarihçi gözünden gelecek nedir?
Zaman birdir, gelecek de tarihe dahildir ve tarih bugünden yazılır. O yüzden tarihle geleceği ayrı iki kulvar olarak ele almaktan ziyade birbirinin içerisine geçmiş, sarmal şeklinde zaman zincirleri olarak düşünüyorum ben. Bir tarihçi olarak geleceğe zamandan, şimdiden kopuk bir parça olarak değil de geleceği de tarihin içine yerleştirerek düşünüyorum.
Çok güzel… Peki teknolojik gelişmeler açısından?
Tarihçi için teknoloji ve teknik imkanlar, dijital düzlem, tarihin, geçmişin yeniden kurgulanması bakımından önem taşıyor. Dijitalleşerek ve teknolojik imkanları kullanarak kültür tarihine yeni ve orijinal bir bakışla bakabiliyoruz. Bu sebeple teknoloji, tarihi anlatıların, metinlerin, yapıların, kurguların zihinlerde yeniden yaratılması için oldukça önemli. Bilim kurguyu da bu açıdan oldukça faydalı görüyorum. Tarihin kendisi bir olgu olarak taksonomisi yapıldığında, zaten paralel ve zamanlar arası geçişlerin kapısını açan bir fikir ağı olarak çıkıyor karşımıza. Bilim kurguyu oldukça severim ve tarihi anlatılar için de çok uygun bir ifade tekniği olarak görüyorum.
Araştırmalarınız esnasında sizi çok şaşırtan olaylar da olmuştur.
Evet… Ben Yunanistan’da Arta şehrine gittim. Orada keşif sırasında Fatih Sultan Mehmet’in vezirlerinden Faik Paşa tarafından yaptırılan külliye ve imareti görmüştüm. Önünde bir Yunan bayrağı asılıydı. Ve caminin duvarına ..uck islam yazmışlardı. Camiyi araştırdığımda caminin 1976 yılına kadar genelev olarak kullanıldığını öğrendim beni en çok şaşırtan ve üzen hadise, bu olmuştur.
Tarihi mekanlarımızın yaşadığı tehlikeleri düşününce önceliği nerede görüyorsunuz?
Tarihi mekanların yaşadığı tehditlerin başında gelen en büyük tehdit ve tehlike, kültüründen koparılmış, kültürel birikimiyle ilgili şuurunu kaybetmiş bir jenerasyondur. Şimdi değilse bile gelecekte, tarihi mekanlar, mekanların hafızası ve şehrin belleği önemini, şuursuz bir yaklaşıma sahip olan bir topluluk söz konusu olduğunda önünde sonunda kaybedilecektir. Bunun için alınabilecek acele elden ilk önlem, tarihi eserlerin tanınmasıdır. İnsanlar doğup büyüdüğü, yetiştiği ya da sonradan geldiği mahalleleri, semtleri, şehirleri tanımalıdır, bunlarla bağ kurmalıdır ki tarihi mekanlarla alakalı şuur oluşabilsin.
Yeni nesil Y ve Z’nin kültür ve tarihe bakışını nasıl buluyorsunuz?
İlgili olduklarını reddetmemekle beraber, ilgilerinin özellikle son dönem yaşanan kültürel yozlaşmadan nasibini aldığını düşünüyorum. Özellikle son dönemde gençlerin kültürel faaliyetlere, eserlere ilgileri olduğu göz ardı edilemez ama ilgi olduğu kadar her geçen gün tarihi değerlerin korunması, nesilden nesle aktarılması konusunda da sıkıntılar var. Bir eserin korunabilmesi, gelecek nesillere aktarılabilmesi için, ilgi duymakla beraber şuur sahibi de olmaları gerekiyor. İlgi, şuurla buluştuğu zaman tarih ve kültür taşıyıcılığı anlam buluyor. Yeni nesillere bu kültürü aktarabilmekse onların dilinden konuşabilmekle doğru orantılı. Yeni neslin meraklarını, ilgi alanlarını ne kadar tanıyabilirsek, onlarla diyalog kurmamız o kadar kolaylaşıyor. Bu da yaşadığımız çağın imkanları, bir platform olarak çağın gereklerini ve ihtiyaçlarını tanımakla olur. Zamanın ruhunu ne kadar doğru okursak, gelecek nesillere kültürümüzü aktarmak konusunda o kadar başarılı oluruz.
Bir tarihçinin hayalindeki en uç gelecek güzellemesini merak ediyorum…
Hayalimdeki en uç gelecek güzellemesi tarihi bir yapının yapıldığı dönemdeki strüktürünü, rengini, dokusunu, matematiksel kodlarını, bugünümüzde birebir görebileceğimiz bir teknoloji. Sadece yapım değil, yıkım da tarihin içine dahildir ve yıkım yapım kadar o dönemin sosyal yaşantısıyla ilgili bilgi verir bize. Deforme olan mekanların ne sebeple deforme olduğu, ya da önemli bir eserin yapıldığı ilk zamanlardaki dokusunun, görünüşünün nasıl bir biçime sahip olduğu benim için merak konusu.
Çok güzel… Örnek verebilir misiniz?
Elbette… Örneğin 1200lü yıllarda yapılan bir eseri o gün olduğu gibi bugünün dijital platformlarında görmek ve insanlara göstermek isterdim açıkçası. Geçmişi şimdide izleyebilme imkanı. Tabii şimdi bu yapay zeka vs ile mümkündür. Ama daha detaylı ve ince çalışma gerektiren bir hayal benimkisi. Ütopik bilim kurgu filmi sinopsisi tarzında metinler çok fazlaca mevcut kafamda. Kim bilir nasip olur beyaz perdede izleriz. Belli olmaz.
Twitter: @FlzDag
Instagram: benfilizdag