Türk televizyon tarihinin en iyi dizilerini içeren bir liste yapacak olsam “Süper Baba”, “İkinci Bahar”, “Hatırla Sevgili”, “Bu Kalp Seni Unutur mu?” ve “Hayat Bağları”nı ilk beşe yerleştirirdim. Bütün o dizilerde, hatırlarsınız, büyük bir derinlikle anlatılan insan ilişkileri vardır. Hem hikâyeleri çok güzeldir hem diyalogları. İçlerinde ‘değerler’ vardır, ‘hüzün’ vardır, ‘neşe’, ‘yaşama sevinci’... 32 kısım tekmili birden ‘hayat’ vardır. Ve bu beş dizinin senaryosunda da aynı isim vardır: Nilgün Öneş.
Mart başında, biz koronavirüs günlerine henüz adım atmışken sessiz sedasız ilk romanını Doğan Kitap’tan çıkardı Nilgün Öneş: “Ağlamak Yok”. Sonra kitapçılar kapandı. Kitap ilanları bıçak gibi kesildi. Yayınevleri yeni kitaplarının baskı tarihini erteledi. Velhasıl yayın dünyası bir sessizliğe gömüldü. Bu hafta o sessizliğin içinden çıkartıp okudum “Ağlamak Yok”u. Ağlamadım desem yalan olur. Ama döktüğüm gözyaşlarının içinde hikâyenin hüznü kadar, edebiyatın güzelliğinin verdiği haz duygusu da vardı.
Babasının memuriyeti nedeniyle Anadolu’nun farklı kasabalarındaki lojmanlarda yaşayan Elif adlı bir kız çocuğunun öyküsü bu. Elif, zeki, yaratıcı, komik, yaramaz ve hassas bir çocuk. Onun çocuk safiyeti ve masumiyeti bu son derece sert geçen günlerde kitap okuru için ilaç gibi. Ruhum dip köşe yıkandı sayesinde. İyi edebiyatın arınma duygusunu iliklerime kadar hissettim.
Kitabın konusunu söyleyip tadınızı kaçırmak istemem. Onun yerine bu kitapta nelerle karşılaştığımı yazmak istiyorum.
Öncelikle çocuk için ölüm bilgisinin ne kadar ağır olduğunu fark ettim.
Kendimden aşina olduğum, kız çocuklarının babalarına olan düşkünlüğüyle ilgili hafızamı temize çektim.
Yine aynı çocukların anneleriyle kurdukları ilişkideki hayranlık, kıskançlık, öfke duygularının onlar için ne kadar kafa karıştırıcı olduğunu anladım.
Dağlarca’nın “Çocuklar korkunç Allah’ım” dizesini hatırladım.
Çocukların yaşama sevinci olduğuna bir kez daha inandım.
Bir kız çocuğunun hayatındaki baba, amca gibi sağlam karakterli erkek figürlerin ne kadar önemli olduğunu gördüm.
Ve çocuğun dilinden içtenlikle yazılmış bir metnin değme yetişkinin hayat tecrübesinden çok daha fazla anlam taşıyabileceğine, ondan çok şey öğrenebileceğimize şahit oldum.
Aslında bütün bunlar Nilgün Öneş’in maharetli kaleminin sonuçları. Ölüm gerçeğiyle mücadele etmeye çalışan bir çocuğun dünyasını öyle bir sahicilik ve sadelikle anlatıyor ki çocuğu anlamamızı sağlayacak birçok çocuk psikolojisi kitabına taş çıkartıyor. Bunu yaparken sadece çocuğu anlamamızı sağlamıyor, yetişkinler olarak bizlere ayna tutuyor, kendimizle de yüzleşmemizi sağlıyor.
Şunu da eklemeliyim ki “Ağlamak Yok”, İnci Pastanesi’nin bir roman karakteri olarak karşımıza çıktığı en güzel roman belki de. Kitap boyu ağzımda bir profiterol tadı dolaştı durdu. Bugüne kadar yediklerimin en lezzetlisiydi.
Ben de bir bahar akşamı rastladım romanınıza Nilgün Hanım. Cevabını bilsem de -hayat gailesi, onca dizi, binlerce sayfalık senaryolar- sormadan edemeyeceğim: Bu ilk romanınızı 68 yaşında yazdınız. Daha önceleri nerelerdeydiniz? Ama bugün burada, edebiyatın içindesiniz. Yazmaya devam edin lütfen. Elif’in hikâyesinden nefis bir üçleme hatta dörtleme çıkar. Gençliği, orta yaşı, yaşlılığı. Hayattan süzdüklerinizi okuma şansımız olur, onun üzerinden. Ya da başka hikâyelerle. Yazmak iyileştirir yazarı. Okumak da okuru. Kendinizi de bizi de bundan mahrum bırakmayın. Sevinçli telaşlarınız çok olsun. Seneye bahara yine görüşelim.