4 Kasım 1995... Saat 00.10... Şimşekler çakmaya başladı, arkasından gök gürültüleri. Sonunda yağmur boşandı. 15-20 dakika sürdü. Ön taraftaki oluğun süzgecinin üzerini bir yaprak kapadığı için, balkon kapısından içeri biraz su girdi. Eşim Nesrin ile birlikte yerleri silmeye başladık... Hava iyiydi. Balkon kapısını açtık, biran önce halı kurusun diye... Kızım Yağmur, uyuyordu odasında.
Saat 04.50... Su sesleri geldi dışarıdan. Nesrin, “Ne bu ses?” dedi. Balkon kapısından baktım, iki taksi geçiyordu, üç parmaklık suyu yara yara. “Taksi geçiyormuş” dedim. Ama sesler kesilmiyordu. Üç parmak derken, bir karış oldu sular. Sonra çamur gelmeye başladı. 50 santim... 60 santim... Ve bir metre...
Her yer karanlıktı. Elektrikler kesilmişti. Nesrin hemen sigortayı kapattı, olur ya, aslan elektrikçiler elektriği verirler de biz de b.k yoluna gitmeyelim diye. Çamur “Lok, lok” diyerek geliyordu üzerimize doğru. Ne yapacağımızı bilemiyorduk. Kızım uyanmıştı. Yatağının üzerine bir şeyler koyduk o karanlıkta. Ben de kitaplarımın, dergilerimin, gazetelerimin ve 45 yıllık arşivimin bulunduğu odama gittim. Çamur her yerden geliyordu. Ve ben, odamda kapalı kaldım. Bahçeye açılan kapının önünde de, eve açılan kapının önünde de gazeteler, dergiler, kağıtlar yığılmıştı.
Kızım Yağmur bağırdı içerden, “Çamur göğsüme geldi, uyuşuyorum” diye. Var gücümle kırdım kapıyı, kızımı çamurda sürükleyerek dairenin kapısına götürdüm, sonra merdivene çıkardım. Nesrin’le birlikte, tam bir saat çamurun içinde bir şeyler kurtarmaya çalıştık. Karanlıktı, soğuktu, çamurluydu... Saat 07.00’de ikinci kattaki komşulara girdik. 15.30’a kadar da orada kaldık. Büyük Türkiye Cumhuriyeti’nin “En gelişmiş kenti İzmir” çamura yenilmişti.
* * *
Bülent Habora böyle anlatmıştı o günü.
Aksoy’da, Bostanlı’da, Şemikler’de, Nergis’de yaşayan hemen herkesin o meşum güne dair anlatacağı çok şey var elbet.
Benim de var.
Sanırdım ki, ancak filmlerde olur bunun gibi doğaüstü sahneler.
Yanılmıştım.
Yaşanan, doğaüstü bir olay falan da değildi zaten.
Doğanın ta kendisiydi.
Doğa, kendine ihanet edenlere “neler yapabileceğini” göstermişti.
Ve şimdi...
Sormak gerekiyor:
15 yıl önce bugün 65 kişi ölmüştü İzmir’de. Yarın öbür gün benzer bir felâketin tekrarlanma ihtimali yok değil mi?
Ne olur...
“Yok” deyin.
Korkutmayın beni!
Devir değişti
Hukuk Fakültesi öğrencisi Özgür Senger, 30 Eylül 2009 günü DEÜ’nün akademik yılı açılışı dolayısıyla yapılan toplantı sırasında konuşmak için kürsüye gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hitaben “Cumhuriyet yıkıcıları kürsülere çıkıyor” dediği için, hakkında “hakaret davası” açılmıştı.
Yargılama sürecinde avukatı, müvekkilinin söylediği sözlerin daha ağırını, parti liderlerinin birbirini eleştirirken kullandığını; o sözlerin iktidar partisi lideri sıfatıyla Erdoğan’a söylendiğini; “yıkıcı” sözcüğünün çeşitli anlamlar içerdiğini; Anayasa Mahkemesi kararıyla AKP’nin eylemleri sonucu cumhuriyetin zarar gördüğünün belirlendiğini anlattıysa da...
Mahkeme bu savunmaya itibar etmemiş olacak ki, “resmi görevliye karşı görevinden dolayı alenen ‘hakaret’ suçu işlendiğine” hükmederek, Hukuk Fakültesi öğrencisi Özgür Senger’e 7 bin 80 lira para cezası verdi.
Politikacılar eskiden daha bir hoşgörüyle yaklaşırdı bu gibi tepkilere. Sahip oldukları gücü, acımasızca kullanmazlardı.
Bir köşe yazındaki bir cümle ne kadar ağır ve yanlış olursa olsun, en azından bunu “savaş sebebi” saymazlardı.
Onun için dikkat.
Yazarken de, konuşurken de...
Aman dikkat.
Tek karelik pilot!