Çocukluğumun Şirinyer sabahları, Alsancak-Buca seferini yapan kara trenin düdük sesi ve raylardan gelen vagon tıkırtıları ile güne başlamaktı. Bir koşu mesafesinde okulda çalan zile yetiştiğim, yanımda götürmeyi unuttuğum ödevimi teneffüs sırasında evden koşup getirdiğim, güzel insanların yaşadığı İzmir’in sonbaharında serin sabahlarına özlemle uyandım bugüne.
Öğle saatlerinde Barbaros Hayrettin Paşa Caddesi, bir telaş içinde çocuklarını okula gönderen anneler ve okuldan heyecan içinde güle oynaya sokağın köşesini dönen çocukların neşeli cıvıltıları ile hareketlenirdi. Semtimizde yaşayan hemen herkes birbirini tanırdı. Mahallenin bütün yaşıt çocukları aynı sınıfları paylaşan, koskoca bir ailenin parçası gibiydi. Zengin-fakir ayrımının, markaların, paranın ve siyasetin esiri olmaksızın herkes birbiri ile eş-dost olur, birlikte okul gezilerine, pikniklere giderken, yakın mahalle komşuluğu ve arkadaşlığını dibine kadar yaşardı. Sonraları ne oldu bilinmez? Birer birer büyüyüp ergenliğe adım attığımızda, önce okullarımız bizi ayırdı. Sonra da hayatlarımız değiştiğinden olsa gerek; herkes birbirinden uzak ve farklı yaşamlara savrulup gitti…
Yaşar Kemal’in dediği gibi “O güzel
Başta kendim olmak üzere etrafımda çalışan, üreten, iyi eğitim almış, kendi ekonomik özgürlüğünü elde etmiş, ayaklarının üzerinde çakı gibi durabilen, hayatta hemen her ihtiyacını kendi başına karşılayan ve kadın-erkek işi ayrımını gözetmeden türlü işin altından kalkabilen yalnız kadınların sayısı günümüz metropollerinde azımsanmayacak düzeyde artış gösteriyor.
Kendim gibi olan kadınların sayısının çoğaldığını gördükçe, bir yandan onlarla gurur duyuyor, bir yandan da neden bu kadar çoğaldık? Sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Aslına bakılırsa; az önce saydığım özelliklere sahip bir kadının, çocuk yapmak haricinde bir erkeğe ihtiyaç duyması pek mümkün görünmüyor. Tabii istisnalar da arada çıkmıyor değil.
Çevremde kendime benzeyen birkaç arkadaşımla ettiğim sohbetlerde, “hayat zaten başlı başına yaşaması zor, bir de bu zorlu hayatıma bir erkeği daha dâhil edip, onun sorumluluğunu da üstlenmeye kalkmak akıl karı değil” tarzı benzer cümleleri sıklıkla duyuyorum. Bir diğer cümle ise; “erkekler hiç büyümeyen çocuklar, evlendikten sonra yemek, bulaşık, çamaşır gibi türlü ihtiyaçlarla beni yıpratacak” oluyor.
Ne yazık ki kadını yıpratan davranışlar zeminini ince ince, ilmek
Uzmanlar tarafından özellikle normal doğumun tercih edilmesi konusuna ağırlık verilse de riskli durumlarda normal doğum; hem annede, hem bebekte, hem de aile üzerinde yarattığı üzücü sonuçlara yol açabiliyor. Uzmanların, normal veya sezaryen doğum tercihinde bulunurken anlık kararlar alması, geri dönüşü imkânsız sonuçlara yol açabiliyor.
Sağlık Bakanlığının 2015 yılı verilerine göre, ülkemizde %45 oranında normal doğum yöntemi, %55 oranında sezaryen doğum yönteminin tercih edildiği belirtiliyor. Tıbbi açıdan bir sakıncası yoksa en ideal ve doğal doğum yönteminin, normal doğum olduğunu belirten Acıbadem Ankara Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Rana Karayalçın, “Genel prensip olarak normal doğumun başlaması ve seyir sürecinde bebek açısından bir sorun ortaya çıkmaması durumunda vajinal doğumu tercih ediyoruz. Rahat gerçekleşen bir normal doğum, anne ve yeni doğan bebek açısından birçok avantaj sağlıyor. Ancak, sezaryen yönteminin normal doğum sürecinde anne ve bebek için risk oluşturabileceği durumlarda kesinlikle tercih edilmesi gerektiğini” ifade eden Karayalçın, “Zira o takdirde sezaryen, anne ve bebeğin hayatta kalmasını sağlıyor” diyerek konunun altını
Kas gücüne sahip erkeğin liderliğinde hayatını sürdüren aileler topluluğu ülkemde ataerkil yapımızla şekillenen ayrımcılık köklerimizden geliyor. Toplumumuzda erkekler kadınlara göre doğuştan itibaren maalesef hayata hep 1-0 önde başlıyor…
Hoş, gelişmiş sayılı ülkeler haricinde ikinci dünya ülkeleri diye adlandırdığımız çoğu ülkede de durum pek farklı değil. Düşünsenize dünyadaki bütün insanlar topluluğuna bile insanoğlu deniyor. Ayrımcılık yapmaya başladık bile… Kadınlar peki nerede?
Ayrımcılığı ilk kim yapıyor, ayrımcılık nereden itibaren hayatımıza giriyor?
İnsanoğlu kız olarak veya erkek olarak dünyaya geliyor ve daha doğmadan önce bile cinsiyetine göre ebeveynleri tarafından kıyafetleri, odasının duvar kâğıtları, bebek arabası seçimine göre ayrıştırılmaya başlıyor. Erkekse mavi, kızsa pembe seçiliyor mutlaka. Hatta daha da ileri gidip hangi meslek sahibi olacağına bile ilk anda kararlar veriliyor. Bu noktadayken seçme hakkımız yok, lakin koşacağımız kulvar belli oluyor. Daha bilincimiz bile yerinde değil ama ayrımcılık, kendini öz anne ve babamız tarafından öğrenilen çaresizlik misali farkında olmadan kendini göstermeye başlıyor…
Zaman çabuk geçiyor, emekliyoruz ve
Her geçen gün çok daha acayipleşen, hiç olmadık tavır ve davranışlar sergileyen bir toplum olma yolunda dev adımlarla ilerliyoruz. Bu durum toplum hayatımızı, sosyal alanlardaki davranışlarımızı, birbirimizle olan insani ilişkilerimizi, aile içi davranışlarımızı, çocuklarımızla olan ilişkilerimizi etkiliyor, bizlere yansıyan sonuçlarındaki geri dönüşü ise hiçte iç açıcı olmuyor.
Son zamanlarda çevremde en sık duyduğum ve cevabı şiddetle aranan sorulardan biri “zamane çocukları neden bu kadar şımarık?” oluyor. Bu sorunun yanıtını alabilmemiz için başka bir soru ile yola çıkmamız gerekiyor. Adeta Freud’cu yaklaşımla geçmişimize inmeden, geleceğimizle ilgili sorunları çözmemiz mümkün görünmüyor. Özellikle geçen 25-30 yıl içerisinde ne oldu bize? Sorusunun yanıtını sağlıklı biçimde bulabilirsek, zamane çocuklarının önlenemez şımarıklıklarına da engelleyebiliriz.
Geride bırakılan 25-30 yıl içerisinde nasıl bir kırılma yaşadığımıza baktığımızda; ailesel, sosyal ve kültürel açıdan değerlerimizi yitirdiğimizi ve geçmişimizde sahip olduğumuz değerlerimizin yarattığı boşluğun bizler üzerinde derin uçurumlar açtığını söyleyebiliriz. Artık toplum olarak empati kurmanın, adil
Aslında bu haftaki yazımda Ürgüp, Göreme ve Kapadokya vadisi hakkında yazmayı planlamıştım fakat tüm insanlık için bu günün diğer gün ve gecelerden çok daha büyük önemi olduğundan, Kadir Gecesi hakkında yazmayı daha uygun buldum. Son zamanların modası, dinimizi sosyal medya üzerinden yaşar hale gelen insanların paylaşımlarında “Hayırlı Cumalar”, “Hayırlı Kandiller” söylemlerini kullandıklarını yaygın biçimde görür olduk. Özellikle bu tip söylemlerin dinimizde ve kutsal kitabımızda yer almadığının altını önemle çizmek istiyorum. Ayrıca, "ibadetin gizli olanı makbuldür"ü eklemeden edemiyorum. İşte ben de tam bu sonradan moda edilen ve hatta dayatılan “Hayırlı” sayılan! günlere ve söylemlere karşılık, Kuran’ı Kerimde hayırlı sayılan tek gün ve gecenin Kadir Gecesi olduğunu özellikle vurgulamak ve bu günün önemini bir kez daha paylaşmak için özellikle bu konuyu seçtim. Kadir Gecesi için yapılan çeşitli açıklamalardan derlediğim bilgiler ve anlatımlar üzerinden konuyu ele alıp, aktarmaya çalışacağım.
Kadir Gecesi Ramazan'ın 27. Gecesi olarak kabul edilir neden?
Merkez Efendi Camii eski imamı Saim Yağan Hoca cevaplıyor:
- Allah insanlara bildirmedi. Peygamberimiz de söylemedi.
Gezmeyi, yeni insanlar tanımayı, yeni yerler görmeyi ve yeni lezzetler keşfetmeyi kendimi bildim bileli daima sevmişimdir. Üniversite öğrenciliği dönemimde hem okuyan, hem de çalışan biri oldum. İlk profesyonel iş deneyimimde THY’de Kabin Memuru olarak çalışma şansını yakaladım. Bu sayede çok genç yaşta Türkiye’nin ve dünyanın birçok ülkesini görme, kültürünü ve insanlarını tanıma fırsatı bulduğum için kendimi hep çok şanslı buldum.
THY’de Kabin Memuru olarak çalıştığım dönemde, yurt içi uçuş görevlerimde sıklıkla git-gel seferlerde havadan ya da sadece alanını görmekle yetindiğim Kayseri’yi geçen hafta içi yakından görme şansını yakaladım. Hem iş, hem de gezi amaçlı olarak gittiğim Kayseri, sonunda bilmediğim bir yer olarak kalmaktan çıkarak; gezip gördüğüm, yakından deneyimlediğim yerler listesinde nihayet yerini aldı. İstanbul’dan kara yolu ile gittiğim, dönüşümde THY uçağında güzel bir sürprizle karşılaştığım Kayseri gezimle ile ilgili yazacaklarım oldukça fazla. Elimden geldiğince özetleyerek yazacak, ama gördüklerimi ilgi çekici yönleri ile aktarmaya çalışacağım.
Geçmişi 5 bin yıllık bir tarihe dayanan Kayseri’de ve Türkiye’nin 5. büyük dağı Erciyes gerçekten
Çalışanlar için haftanın ilk günü “Pazartesi” ile amansız sınavı asla bitmez. Hele bir de bir metropolde yaşanıyorsa; yol, trafik, mesai, çalışma, uzun süren toplantılar ve yine sil baştan tekrarlanan trafik saatinde eve geri dönüş çilesi insanı gündelik yaşamından bezdirecek noktaya getirebilir.
Yoğun çalışma hayatının getirdiği etkin sıkıntıları yaşayan metropol kölesi durumundaki insanlar, Pazartesi sendromundan kurtulmanın kendilerince çeşitli yollarını buluyor. Kimi uzun ve sıkıntılı trafikte geçirdiği bunaltan zamanların etkisini azaltmak adına sevdiği müziği dinliyor, kimi de geriye saydığı mesai günleri sonunda hafta sonunda metropol köleliğinden azat olacağı tatil ve dinlence günlerini planlıyor. Tüm hafta boyu planlarını yaptığı o güzel hafta sonu tatilinin hayali ile gündelik yaşam ve çalışma azmini sürekli kılmayı destekleyerek motivasyonunu koruyor. Siz de kendi yaşamınıza göre böylesi bir yol haritası belirleyerek hayatınızı daha kolay ve yaşanabilir hale getirebilirsiniz.
“ Şu an için benim bu gibi planlar yapabilmek için ne zamanım ne de bir bütçem yok, hatta ruh halim bile buna uygun değil” diyorsanız, yine de bu öneriyi atlamamalısınız. Pazartesi’ni sendrom haline