İsveçli Björn Borg; soğuk duruşu, çelik gibi sinirleri olan bir tenis şampiyonu olarak benim ve birçok insanın hafızasına kazınmıştı.
En kötü vuruşundan sonra bile mimiksiz bir tavırla elindeki tahta rakete bakar, hafifçe tellerini sıvazlayarak sakinliğini korurdu.
İçindeki fırtınanın böylesine saklı kalması şaşırtıcıydı.
Sonra McEnroe çıkageldi karşısına. Bambaşka bir karakterdi.
Süper tekniği, kesme vuruşları, hücum oyunu hayran eden cinstendi.
Gel gör ki, gerisi tenisin alışmadığı tarzda delişmen bir ruhtu. Hakeme itiraz, kötü vuruştan sonra yere raket çarpma, sürekli söylenme, bağırma tenisin mesafeli sportmenlik ruhuna aykırı olan ne varsa, hepsini yapan bir tenisçi portresi.
1980’de oynadıkları Wimbledon finalini hala önemli anlarıyla hatırlarım. Artık Borg kazandı dediğimiz anda 4. sette yaptığı geri dönüşle tüm zamanların en büyük maçlarından birisinin kahramanı olmuştu.
Borg’un bu denli umutsuzluğa kapıldığına ilk kez tanık olmuştuk.
İşte bu unutulmaz anları odak noktasına alan McEnroe-Borg maçı kurmaca film olarak karşıma gelince çok sevindim.
Her şeyden önce Borg’a fizik olarak ikizi kadar benzeyen İsveçli oyuncu Sverrir Gudnasson ve McEnroe’da, Shia LaBoeuf mükemmel performanslar ortaya koymuş.
Birbirinden farklı iki karakterin gerçekte kesiştiği noktanın aynı olduğunu vurguluyor Danimarkalı yönetmen Janus Metz.
Sürekli kazanma mecburiyetinden bunalmış iki oyuncu portesi. Borg, dış yaşamdan kendisini soyutlamaktan, çeşitli totemler yapmaktan, sürekli tenisle yaşamaktan bunalmış durumda.
Kendisini yetiştiren, içindeki öfkeyi bastırmasını öğreten antrenörü Lennart Bergerin (Stellar Skarsgard) ile adeta bir baba oğul ilişkisi içinde. McEnroe ise kendisini sosyal yaşamda kısıtlamasa da, babasının beklentilerinden ve kazanma mecburiyetinde Borg’dan çok farklı bir konumda değil.
Metz öyküsünde, Borg’a çocukluğundan başlayarak daha fazla alan açıyor. Finalde 20 dakika süren o tarihi Tie Break setine bağlanmak için çok vakit kaybetmek istemiyor.
Gerçekten sonucu bilenler için bile gerilimi zerre kadar düşmeyen bir tenis düellosu şeklinde çekilmiş final bölümü. Spor filmlerinin zirve anlarından olmuş.
Sürekli şampiyon olmak mecburiyetinde olmanın ne kadar büyük psikolojik yıpranmalara yol açabileceğinin bu yıl izlediğim ikinci örneği.
İlki Bolt üzerine yapılmış belgeseldi ki, onu da mutlaka izleyin diyorum.
Borg da bu duruma çok katlanamıyor ve 26’da tenisten emekli oluyor. Parlak anları olan bir spor filmi.