“Nefes: Vatan Sağolsun”nun açtığı yoldan ilerlemeye çalışıyor “Dağ”. Karlı arazide pusuya düşürülmüş iki askerin dayanışma öyküsünü anlatırken, verdiği mesajlarla da bir tartışma ortamı yaratıyor. Her şeyden önce askerliği yüceltmesi, PKK savaşına sadece kanlı tarafından bakması en fazla eleştirilecek yönleri. Filmin afişinden başlayan “bir ölür, bin diriliriz” sloganı her şeyi özetliyor. Merkeze aldığı farklı sınıflardan iki askerin sosyolojik incelemesi sonuç olarak biz bütünüz, bölünmeyiz noktasına geliyor. Bu bölünmezliği de Ankara’nın batısıyla sınırlıyor. Çizdiği dar alanda ülkenin genel toplumsal yapısına bir gönderme yapıyor. Askerlerden Oğuz üniversite mezunu, İstanbul’un elit kesiminden, kısa dönem askerlik yapıyor.Tek düze yaşamının dışına çıkmak, kendisine birşeyler kanıtlamak peşinde.
Bekir ise Ankaralı tam “arıza”, her an karşısındakine kafa atabilecek bir tip. Disiplinsizliği yüzünden askerliği uzamış, üstlerinin yaka silktiği bir “kaybeden”. Yönetmen ve senarist Alper Çağlar her iki karakterinin geçmiş yaşamına “flashback”ler ile dönüyor.Dönüşler çizgisel anlatımı zedeliyor, heyecanı düşürüyor, seyirci ile arasına mesafe koyuyor. Belki genç yönetmenin yapmak istediği de mesafeden doğan boşluğu düşünce ile doldurmak.
Düşünce alanında ise ne yazık ki, Türk-Kürt sorununda insani bir yaklaşım ortaya koyamıyor. Birkaç cılız mesaj dışında her şey gergin ve acımasız. Görsel olarak dağ filmlerinin etkileyici kar manzarası iyi bir arka plan oluşturuyor. Çarpışma sahnelerindeki geniş açı çekimler ve psikolojik daralma anlarını yansıtan yakın plan kamera çalışması oldukça başarılı. Diyaloglardaki bol küfür “sahici” ortamı yansıtmak adına kullanılsa da, yer yer abartıya kaçıyor.
Oğuz karakterini canlandıran Çağlar Ertuğrul dengeli oyunculuğu ve Jack Gyllenhaal’a benzerliğiyle dikkat çekiyor. Baştan sona “arıza” yı oynayan Ufuk Bayraktar ise karakterin ruhunu iyi yansıtıyor.
Sonuç olarak “Nefes”in açtığı yolda ilerlerken “tık nefes” kalıyor “Dağ”. Eldeki malzemeyi derinliksiz ve taraflı kullanıyor.
EDİTORDEN: Vampir efsanesine bir bakış
Tüm korku sinemasında olduğu gibi vampirlerin ardında da batı kültürünün çok eskilerden kalma mitleri, batıl inançları vardır. Modern yaşamın getirdiği tedirginlik ve endişe karşısında yazarlar Pagan dönemlerine ait korkuları, batıl inançları edebiyatta tekrar canlandırdılar.
Korkuyu en iyi anlatan Gotik edebiyatının endüstri devrimi geçirmiş İngilteresinde de, on sekizinci yüz yılın sonunda ortaya çıkması tesadüf değildir. Hoffman, Poe, Stevenson, Toker, Shalley, gibi yazarlar geçmişten gelen korkuları fantastik bir dünya içine yerleştirdiler. Transilvanya’da şatosunda yaşayan Kont Dracula feodalite döneminin bir temsilcisidir. Egemenliklerini köylülerin adeta kanlarını içercesine yürüten feodal beylerden birisidir.
Pagan döneminden bu yana ölümden kaçışın ve sonsuz yaşama ulaşmanın yolu insan kanı dökmekten veya içmekten gelen gelenek Dracula karakteriyle birleştirilir. Vampirlerin aynada görünmemeleri, sarımsak ve haçtan korkmaları, kalbine çakılacak bir kazık veya gümüş kurşunla öldürülebilmeleri bu ilkel inançların yansımalarıdır.
Vampirlerin temsil ettiği kötülük ve bilinmezlik ölüler dünyasını tanımlar. Yüzyıllardır yerin altı kötü ruhların saklandığı öteki dünya olarak tasvir edilmiştir. Zombiler de bu karanlık ülkeden yeryüzüne çıkmaktadır.
Vampirlerin en sevdiği kurbanların genç kadınlar olması da bir tesadüf değildir. Erkeğe hadım edilme tehlikesini hatırlattığı için kadınları yok etmek bu endişeyi bertaraf eder veya yasak elmayı ısırarak şehvetinin kurbanı olan kadın cezalandırılır. Herdaim genç kalması vampir erkeklerinin en çekici yönüdür.
Bu türün büyük çıkışını Alman sinemasının ilk sessiz filmleri gerçekleştirdi. Bram Stroke’un “Dracula” romanından esinlenerek yaratılan “Nosferatu” Alman dışavurumcu sinemasının görsel olarak tüm ögelerini yansıttı. Siyah beyaz keskin kontrastlar, gölgeler ve abartılı makyajlar. FW Murnau’nun 1922’de çığır açan bu filminde, ilk vampiri oynayan Max Schreck’in doğal çirkinliği, göz kenarlarının abartılı siyah makyajı, sahte tırnaklar ve dişler ile korkutucu bir figüre dönüştürüldü. Bu filmde işlenen kader, ölüm ve bilinmeyen “ben”in keşfi gibi kavramlar dünya sinemasında yeni bir türün doğmasına neden oldu. 1930’lu yıllarda Bela Lugosi, Boris Karloff, Lon Chaney gibi oyuncular korku ve vampir türünün en önemli oyuncuları oldular.
Vampir türünün geçirdiği değişimlerden sonra Alacakaranlık serisiyle vardığı son nokta oldukça üzücü. Böylesine kült, ürkünç bir figürün, pop kültürünün kolay tüketilir unsurlarıyla süslenmesi, mahallenin romantik ve içe kapanık delikanlısına dönüştürülmesi, benim gibi türün meraklılarının gönlünde önemli bir değer kaybına yol açtı.
VİZYONDAKİLER
(Değerlendirmeler dört yıldız
üzerindendir)
DAĞ **
ALACAKARANLIK EFSANESİ: ŞAFAK VAKTİ **
GÖZETLEME KULESİ **
SKYFALL **
BULUT ATLASI ***
UZUN HİKAYE ****
EVİM SENSİN **