-Soğuk Savaş döneminde Yunanistan’ı markajda tutan bir politika izleyen Türkiye, AB’nin sanki üye yapacakmış gibi davranmasıyla Atina’ya karşı kozlarını azalttı. Kıbrıs’ta Rumların AB’ye girmesiyle Türkiye’nin Kıbrıs ve Ege politikalarının içi boşaldı. Türkiye’nin kavgalı ilişkileri ise Yunanistan’ın hareket alanını genişletti. -Azerbaycan zaferi, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerin toparlanması ve Mısır ile normalleşme adımlarıyla Ankara bu stratejik tehlikeyi aştı. Yeni dönemde AB çerçevesi dışına çıkarılmış bir Yunanistan politikası oluşturmamız lazım; çünkü artık ne AB’nin bizi alacakmış gibi hareket etmeye yüzü kaldı ne de Türkiye’de AB’ye güven.
Prof. Dr. Hasan Ünal - Maltepe Üniversitesi/Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurul toplantısında Kıbrıs’ta iki devletli ısrarcı olduğumuzu/olacağımızı ilan ederek bütün devletleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımaya davet etmesi Kıbrıs sorununun tarihçesi açısından bir milattır. Erdoğan’ın geçen yıl Kıbrıs çıkarmasının yıldönümünde (20 Temmuz) adada aynı çağrıyı yapmış olması ve KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile Türkiye üst düzey yetkililerinin bu konuyu sürekli dile getirmekte olmaları KKTC’nin uluslararası tanınma elde etmesi amacına yönelik yeni bir politikaya evrildiğimiz anlamına geliyor. Bu saatten sonra tekrardan federasyon görüşmelerine başlamak hemen hemen imkânsız görünüyor.
İyi markaj vardı
Türkiye’nin, Ege uyuşmazlığını ve Kıbrıs sorununu iki ayrı paket olarak ele almak suretiyle yeni bir Yunanistan politikası belirlemesine ihtiyacı olduğuna hiç şüphe yok. Her ne kadar azınlıklar ve Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının aranması, çıkarılması ve uluslararası piyasalara arzı konularında da önemli sorunlar olmakla birlikte bunların iki ülke arasındaki Kıbrıs ve Ege meselelerinin uzantıları olduğunu düşünmek gerekir.
Türkiye gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse tek kutuplu dünya düzeninin önemli bir bölümünde Yunanistan’ı Batı dünyası içinde markajda tutan bir politika izlemişti. Ankara’nın 1959 yazında o zamanki resmi adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) ortak üye olmak üzere hazırlık yaptığı sırada, bunun neden gerekli olduğunu anlatan bürokratların diğer sebeplere ilaveten Atina’nın da başvuruya hazırlandığını belirtmeleri üzerine o zamanki dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun ‘başka hiçbir başka sebep olmasa bile başvurmak gerekir; çünkü eğer Yunanistan’ı Batı dünyasında boş bir havuza atlarken görürseniz siz de atlamalı ve orada Türkiye aleyhine işler çevirmesine izin vermemelisiniz’ mealindeki sözleri bu politikayı gayet iyi açıklar.
Örneğin, Kıbrıs konusunda Yunan/Rum tarafının enosis (birlik) politikasına 1950’lerin ikinci yarısından itibaren etkili karşılıklar vermiş; ortaklık temelinde kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkan ve yele geçiren Rumlara karşı üstelik Johnson Mektubu’nun gelmesinden sadece iki ay sonra patlak veren Erenköy çatışmalarında hava kuvvetlerini kullanmaktan geri durmamış; 15 Temmuz 1974 tarihli Yunan/Rum darbesi üzerine beş gün sonra adaya çıkmakta tereddüt etmemiş; Kardak Krizi’ni başlatan Yunanistan’ı uyguladığı başarılı kriz yönetimiyle geri adım atmaya zorlamış ve 1997 yılında Rumların Rusya’dan S-300 füzeleri sipariş etmesiyle başlayan ve iki yıl süren diplomatik/askeri krizi başarılı hamlelerle sürdürerek karşı tarafı geri adım atmak zorunda bırakmıştı. Türkiye’nin bu tam saha markaj politikaları dolayısıyla Yunanistan/Rumlar uluslararası arenada Türkiye’ye karşı 1975 ABD silah ambargosu gibi bazı avantajlar etmiş olsalar da Ankara’nın kararlı tavrı sebebiyle sonuçta istediklerini alamamışlardı.
AB avantaj sağladı
Yunanistan politikamızdaki sıkıntılı zamanlar Ankara’nın sanki olacakmış ve Avrupa Birliği’nin de sanki Türkiye’yi üye yapacakmış gibi davranmasıyla başladı. Önce Gümrük Birliği karşılığında AB’nin Kıbrıs Rum Kesimi ile Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla başlattığı üyelik müzakereleri, ardından Türkiye’ye 1999 yılında verilen ‘aday ülke’ statüsü ile Ankara’nın sadece Yunanistan politikaları değil adeta bütün dış politikası ipotek altına girdi. Alınacak her karar ve atılacak her adım ‘acaba AB ne der?’ endişesine tabi tutulmaya başlandı ve bu dönemin sonunda bir yandan Kıbrıs Rum Kesimi sorun çözülmediği halde AB’ye girdi; öte yandan da Ege ve Kıbrıs konusunda çok büyük tavizler verebilirmişiz gibi davranarak Yunanistan’ı istediklerini elde edebileceği kanaatine yönelttik.
Yaklaşık yirmi yıl süren bu dönemin sonunda Türkiye’nin Kıbrıs ve Ege politikalarının adeta içi boşaldı ve amacının ne olduğu izahı zor bir konu haline geldi. Kıbrıs konusunda ‘inadına müzakere, inadına çözüm’ gibi anlamsız sloganlarla ifade edilen bu politika 2017 Crans Montana görüşmelerine kadar devam ederken Doğu Akdeniz’de Rumları hidrokarbon yataklarının araştırılması ve sondaj çabalarında cesaretlendirdi.
Türkiye’nin kavgalı ilişkileri Yunanistan’ı cesaretlendirdi
O yıllarda izlenen ideolojik karakterli ve duygusal idış politika savrulması sonucu önce İsrail ile başlayan söz düellosu Arap Baharı olayları ile kısa bir süre içerinde Türkiye’yi neredeyse bütün komşularıyla kavgalı hale getirdi. İsrail ile ilişkilerde yaşanan bozulmaya ilaveten, Suriye’deki savaşta harcadığımız stratejik enerji, yüklendiğimiz ağır maliyet yetmezmiş gibi Mısır ve ardından Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile de yaşanan gerginlikler Türkiye’yi zorlarken Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarına geniş bir alan açtı.
Öyle ki, Türkiye’nin bu dış politika savrulması, yaşadığı derin finansal/ekonomik krize rağmen Yunanistan’a Mısır ve İsrail ile dozu sürekli artan bir işbirliği imkanı sağladı. Hatta Tel Aviv ve Kahire’ye ek olarak Suudi Arabistan ve BAE de tam kadro olarak Yunanistan yanında yer aldılar. Örneğin 2020 yılında Türkiye, aynı anda Mısır ile Libya’da Yunanistan ile de Doğu Akdeniz’de çatışma riski ile yüz yüze gelmiş, Ermenistan’ın Azerbaycan’ın Tovuz şehrine saldırmasıyla Kafkaslardan da cephe açılması ihtimali ortaya çıkmışken bir silahlı çatışma halinde İsrail’in ne yapacağı kocaman bir soru işareti olarak karşımızda duruyordu.
Dış politika toparlanırken
Ankara son iki yılda yaptığı hamlelerle bu stratejik tehlikeyi aştı. Azerbaycan’ın zaferiyle Türkiye büyük bir başarı elde etmekle kalmadı aynı zamanda 2020 sonunda başlattığı toparlanma girişimleriyle Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkiler toparlandı ve Mısır ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi yolunda önemli adımlar atıldı. Suriye ile normalleşme çabalarının başlatılması da Türkiye’nin stratejik yüklerini büyük ölçüde azalttı. Eski yanlışların tortuları bir süre daha değişik alanlarda etkisini gösterecek olsa da artık Yunanistan ile bir çatışma halinde İsrail ve/veya Mısır’ın Türkiye’ye karşı Libya’da veya Doğu Akdeniz’de harekete geçip geçmeyeceği soruları büyük ölçüde geride kaldı.
Bu yeni dönemde AB çerçevesi dışına çıkarılmış yeni bir Yunanistan politikası oluşturmamız lazım; çünkü artık ne AB’nin bizi alacakmış gibi hareket etmeye yüzü kaldı ne de Türkiye’de herhangi bir çevrede AB’ye güven. Bu yeni politikanın amacı Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı kendisiyle birlikte savaşmaya hazır bölgesel müttefikler olmadığına ve Batılıların desteklerinin Atina’nın maksimalist amaçlara ulaşmasını sağlamayacağına barışçı yollardan inandırmak esaslı olmalıdır. Kısacası 1950’lerde Kıbrıs sorununu başlatan Rum/Yunan tarafının aradan geçen yaklaşık yetmiş yılda güç dengesi olarak Türkiye’ye karşı yürüttükleri bu mücadeleyi tamamen kaybettiklerine inandırılması gerekiyor. Yunanistan ve Rumların politik psikolojik durumu bunun pek kolay olmayacağını, Yunanistan’ın mücadele azminin kırılmasının zaman alacağını gösteriyor.
Geçmişte Yunanistan/Rumlar sorunları askeri alana taşıdıkları her zaman başarılı sonuçlar almıştık. Kardak (1996) ve S-300 krizleri bunlara örnektir. Şimdilerde de Ege’deki tacizlere harbe hazır durumdaki S-400’lerle tatbikat yapıp Yunan uçaklarına radar kilidi atarak cevaplar verebiliriz. Bu, bize S-400’leri neden aldığımız yönünde sorulan maksatlı sorulara cevap vermemizi sağlayacağı gibi, bunların ikinci partisinin alınması veya S-500 sistemlerinin ortak üretilmesinin de önünü açar. Bu yönde ABD tarafının eleştirilerinin ve yaptırımlarının çok kutuplu dünya düzeninde göğüslenmesi daha az maliyetli olacaktır.
Öte yandan kendi Milli Muharip Uçağımızı yapana kadar, ara dönem için belirli sayıda uçak almamıza gerek varsa, Yunanistan’ın hava üstünlüğü ihtimaline karşı ABD ile yürütülen ve yılan hikayesine dönmesi kuvvetle muhtemel F-16 alımı ve elimizdekilerin modernizasyonu görüşmeleri sürdürülürken bir yandan da İngiltere ve/veya Fransa öte yandan da Rusya ve/veya Çin ile de görüşmeler yapılabilir. Görüşmelerin hem ‘müttefik ülkeler’ hem de tek kutuplu dünya düzenine kafa tutan ve bizim de girmek istediğimiz Şangay İşbirliği Örgütü üyeleri ile yapılması çok kutuplu dünya düzeninin ruhuna uygun bir diplomasi olur.
Kıbrıs konusunda Rusya’nın stratejik gerekçelerle Türkiye’nin iki devletli çözüm tezine çok yaklaştığını; çünkü, tek devletli her çözümün bütün Doğu Akdeniz’i kolaçan etme kabiliyeti sunan böyle bir adayı otomatikman AB toprağı yapacağını hatta böyle bir çözümün Türkiye’nin Amerika, İngiltere ve AB ile el sıkışması sonucunda gerçekleşeceğinden dolayı adada oluşacak devleti NATO toprağı yapacağını ve bunun da Moskova’nın ulusal çıkarlarıyla artık uyumlu olmayacağını gayet iyi görüyor. Moskova ile Yunanistan ve Rumların ilişkilerindeki artan gerginlik ve ABD’nin Rumlara uyguladığı silah ambargosunu kaldırması gibi pek çok başka sebep de Rusya’yı KKTC’yi tanıma çizgisine yaklaştırmış durumda.
Rusya’nın KKTC’ye uçuşları başlatmak isteyen şirketleri engellemeyeceği yönünde üst üste gelen haberler belirli bir süre içinde Moskova’nın da KKTC’yi tanıyabileceğine işaret ediyor. Kaldı ki, sadece Rusya’dan uçuşların başlaması bile Rum/Yunan tarafının mücadele azminin kırılması yönünde önemli bir rol oynayacaktır. Azerbaycan’ın Ermenistan ile imzalayacağı bir barış antlaşmasının ardından KKTC’yi tanıması kuvvetle muhtemeldir. Erdoğan ile Putin’in 5 Ağustos görüşmesinin hemen ardından Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile görüşmesi, bu görüşmenin resimlerini kendi sitesinde Şimali Kipr Türk Respublikası Prezidenti Cenab Ersin Tatar olarak vermesi ve o görüşmenin hemen ardından Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma talimatlarının gelmesi oldukça manidardır.
Kısacası Türkiye Batı dünyasının eşit ve güçlü bir üyesi olarak NATO’da kalarak ama aynı zamanda Rusya, Çin, İran, Hindistan ve başta kardeş Pakistan olmak üzere pek çok Asya ülkesiyle dikkatli/dengeli ilişkilerini sürdürdükçe Yunanistan’ın mücadele azmini kıracak bir politika geliştirip uygulayabilir ve bunu da kamu diplomasisi ile takviye edebilir.