Prof. Dr. Şükrü Hatun
Kütahya’nın Domaniç ilçesi Aksu Köyü’nde 1959 yılında doğdu. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini 1983 yılında bitirdikten sonra Adıyaman 2 Nolu Merkez Sağlık Ocağı’nda pratisyen hekim olarak zorunlu hizmet görevini yaptı. Dr. Sami Ulus Çocuk Hastanesinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanlık Eğitimi, Hacettepe Üniversitesi Çocuk Hastanesinde Çocuk Endokrinoloji Yan Dal Uzmanlık eğitimi aldıktan sonra 1994 yılında Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları doçenti oldu. Ekim 1995’de Kocaeli Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nda Öğretim Üyesi olarak göreve başladı. Diyabet Araştırma ve Uygulama Derneği İzmit Şubesi’nin kurulması ve Başkanlığı’nı yürüten Hatun, 1997 yılında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Bilim Dalı’nı kurdu. 1999 yılının Aralık ayında Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Profesörü olan Şükrü Hatun, halen KOÜ Umuttepe Kampüsü’nde bulunan Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Bilim Dalı’nda görev yapmakta ve Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı görevini yürütmektedir.
Bilindiği gibi 14 Mart günü, ülkemizde batılı anlamda ilk tıp eğitiminin başlamasının tarihi olan 14 Mart 1827’den esinlenerek uzun yıllardır ülkemizde “tıp bayramı” olarak kutlanmaktadır. Benzer günler , örneğin ABD’de cerrahide ilk kez anestezinin kullanıldığı 30 Mart, Hindistan’da modern hekimliği kuran bir Bindhan Chandra Roy’un doğum günü olan 1 Temmuz “doktorlar günü” olarak kutlanır. Bu anma günlerinde hekimlerin kendi mesleklerinin değerini yaşamaları, dayanışma içinde olmaları ve mesleklerinden duydukları sevinci balolar ile paylaşmaları beklenir.
Bunların ötesinde ülkemizin yine iyi bir geleneği olarak 14 Mart törenleri tıp öğrencileri, hekimler ve sağlık yetkililerinin buluşması, ortak sorun ve özlemlerin dile getirilmesi için de önemli bir platform olagelmiştir. Şimdi eski heyecanlar olmasa da bir çoğumuz, ilk katıldığımız 14 Mart balolarını hekim olmanın kıvancını, arkadaşlarımızla beraber ilk kez güçlü bir şekilde hissettiğimiz günler olarak hatırlarız.
GÜNÜMÜZ VE EMEK
Günümüzün dünyası emekle ve insana hizmetle kazanılmış değerler yerine, güç ve paranın egemen olduğu, insanları erdemli olmaktan uzaklaştıran yaşam pratiklerini daha çok besliyor. Oysa, hepinizin bileceği gibi çocuklar önce öğretmen, sonra da doktor olmak isterler. Bu iki meslek de çocukluğun hemen hiç çıkara yer olmayan dünyasına yakın olduğu için istenir belki de.
Antik çağdan beri hekimi (ya da “şifacıyı”) tanımlamak için kullanılan kelime “görüşmeci”-“konuşmacı” anlamına gelir ve o zamandan beri hekimler insana en yakın yerde mesleklerini yapmanın mutluluğunu duyar. İnsan hayatının değeri üzerine “tefekkür”, hastalarını tanımaya çalışmak ve onları “kardeşlik” duygusu ile karşılamak hala hekimliğin en önemli değerleridir. Son yıllarda çalışma koşulları açısından zor günler yaşansa da hekimlik hala en itibarlı mesleklerden birisidir ve hekim olmak hemen her zaman insana çok yönlü, insanlarla ve bilimle zenginleşen bir yaşamın kapılarını açar. O yüzden hekim olmak aslında yaşam açısından “talihli birisi” olmak anlamına gelir. Bu talihli insanların muayene odalarında bir klinik havası yoktur. Sanki içinde birileri yaşıyormuş gibi sıcak bir atmosfere sahiptir hepsi. Her hafta önemli tıp dergilerini en ince ayrıntısına dek okur, düzenli olarak geliştirme kurslarına gider ve bunları bildiklerini taze tutmanın bir yolu olarak görür. Geçenlerde bir kitapta “etiğin” bir işi sevgiyle yapmak, “ahlak” ın ise görev olduğu için yapmak olduğunu okudum ve tıp etiği kavramının hekimliğin sevgi ile yapılan bir iş olduğunu anlattığını düşündüm. Bunun ötesinde eski Çin tıbbında, şifacıya herkes sağlıklıyken ödeme yapılıp, birinin hastalanması halinde ödemenin kesilmesi örneğinde koruyucu sağlık etiğini ve insan olmanın özünü göremez miyiz?
MİSYON ÇOĞALMASI
Son yıllarda üniversiteler ve tıp fakülteleri ile ilgili bir misyon çoğalması yaşandığını söyleyebiliriz. Eğitim, araştırma, topluma hizmet hangisine yetişeceğiz? sorusu gerçek ve önemli bir sorudur. Öte yandan ise üniversite mi toplumu yönlendiriyor? Yoksa toplumsal dinamikler (piyasa ekonomisi-zorbalığı demek daha doğru) ve politika mı üniversiteyi şekillendiriyor? Bizler hangisini istiyoruz, noktalarında bir karmaşanın olduğunu ve hükümetlerin tıp fakültelerinin misyonlarına karşı en hafif deyimle “anlayışsızlık” içinde olduklarını görüyoruz.
Değişimin üniversiteler açısından bir misyon kaymasına neden olduğundan endişe edenlerin sayısı artmaktadır. Rakamların dili ülkemizdeki hekime yıllık başvuru sayısının 2002’de 2,2 iken şimdilerde 8,2 olduğunu ve buna paralel olarak hastaların memnuniyetinin yüzde 39,5’dan yüzde 76’ya çıktığını söylüyor. Ama bizler yani ülkenin farklı sağlık kurumlarından sevk edilen hastaları her sabah toplantılarında konuşan bilim insanları olarak bu artışla birlikte hekimliğin yüzeyselleştiğini ve doğru tanıya ulaşmak için hastaların “hastane hastane” dolaştığını görüyoruz.
Yani aslında ciddi hastalık sıklıklarında bu kadar artış olamayacağına göre rakamlara yansıyan memnuniyetin basit sorunlar için sağlık kurumlarına giden insanlardan kaynaklandığını, ama öte yandan ciddi hastalıkların bakımında aynı ölçüde iyileşme olmadığını yani aslında rakamların yalnızca niceliği söylediğini belirtmek istiyoruz.
Buna benzer bir şekilde ülkemizin her ilinde tıp fakültesi açmanın ve bu şekilde son 10 yılda tıp fakültelerine öğrenci alımını iki kat artırarak yılda 9 bin 500’e çıkarmanın övünülecek gerçek bir ilerleme olup olmadığını, bugünlerde büyük özel sağlık kuruluşlarının tıp fakültesi açmasının gerisinde piyasanın kısa dönemli maddi getirilerinin payını sormak istiyoruz.
Öte yandan geçenlerde bir büyük gazeteye “ölümcül tasarruf” başlığı ile yansıyan ve “en ucuz olsun” diye tümör metastazlarını gösterme kalitesine sahip olmayan MR şirketlerinden hizmet alınmasının aslında son yılların rakamlara tapınan ama insanı unutan bakışını en iyi yansıtan haber olduğunu, aslında tıp eğitiminin inceliğini ve derinliğini hafifseyerek, açılan tıp fakültelerinden mezun olan hekimlerin de “ucuz MR” örneğindeki gibi doğru tanı koymayı imkansız hale getirdiğini ve bunların bir gerçeğin iki yüzü olduğunun altını çizmek istiyoruz.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bütün bunları söylerken ülkemizin son yıllarda sağlık hizmetleri alanında gösterdiği ilerlemelerin, örneğin bebek ve anne ölümlerindeki azalmanın sevincini paylaşıyoruz ve emeği geçenleri kutluyoruz. Bununla beraber ülkemizin artık bu hızlı büyüme dönemini ve “daha 30 bin hekime ihtiyacımız var, bunun için tıp fakültelerine alınan öğretim üyelerini bir kez daha iki kat arttıralım ” dönemini geride bırakması gerektiğini düşünüyoruz.
Sonuç olarak bu 14 Mart Tıp Bayramında yeni Sağlık Bakanı’ndan ve hükümetten beklentimiz ülkemizde yeni tıp fakültesi açılmasına ve özel sağlık kuruluşlarına tıp fakültesi kurma izni verilmesine son verilmesi, kamu kurumlarında tam gün çalışmayı sağlamak üzere emekliliğe yansıyan tatmin edici ücret verilmesi sağlanması, puan toplamaya dayalı ve insan emeğini değersizleştiren “performans” uygulamasının durdurulması, tam gün çalışan öğretim üyelerinin kendilerini tercih eden hastalarına mesai dışında ek ücret ödenerek bakmaları sağlanması, üniversite hastanelerinin eğitim ve araştırma misyonları dikkate alınarak mali olarak desteklenmesidir. Ancak bu sayede eski günlerdeki gibi tıp bayramı sahici ve hekim olmanın kıvancı ile kutlanabilir.