Dr. Filiz Demirayak
Bugünlerde TBMM’de neredeyse kabul edilecek Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Yasa Tasarısı, bugüne kadar biraz olsun korunabilen doğamızın yok oluşunda yeni bir dönem, bedelini yakınca bir gelecekte ödeyeceğimi, her anlamda bir yoksullaşma ve yoksunlaşmanın da başlangıcı olacak. Eski bir STK çalışanı olarak, bu dönemin, varlığını doğa koruma ve biyolojik çeşitliliğe adamış bazı STK’lar için de bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum.
Çevre politikası
Doğa Koruma yasası için süreç, 2003 yılında iyi niyetli çabalarla başladı. Ama oldukça küçük bir grupta sıkışarak kurumsal ve toplumsal olarak yaygınlaşarak katılımcılık süreçlerinden de geçemedi. Yıllar içerisinde birçok revizyonlarla bütünlüğü iyice bozuldu ve ana amacından koptu.
Doğanın “Anayasası” olması beklenen taslak nasıl oldu da doğal kaynakların ve biyolojik çeşitliliğin düşmanı haline dönüştü? Acaba varolan doğa koruma mevzuatı, bazı revizyonlarla bizi böylesi tehditten kurtarabilir miydi? Bu taslağı görünce yanıtım “evet”.
Son 10 yılda, önce yavaş sonra hızla anlaşıldı ki hükümetin belirli bir çevre politikası yok:
Su kaynakları HES’ler kapsamında, tarım-doğa- biyolojik çeşitlilik ilişkisi kurulmuyor, iklim değişikliği bize sorun değil: önceliğimiz kalkınma, enerji politikaları petrol-nükleer ekseninde ve alternatif enerji biraz fantazi, biyolojik çeşitliliğin adı okunmadığı gibi, korunan alanlar kent ormanlarından ibaret ve çevre kurumsal anlamda dahi eşittir kentsel dönüşüm.
Doğa koruma her zaman güç bir iş olmuştur ama son on yılda adeta çizgi dışına itilerek toplumun gündeminden kaydı gitti. Üstelik sulakalanların, derelerin hızla yokoluşu, tarımsal alanlardaki sorunlar, değişen iklime bağlı alışık olmadığımız yağışlar, seller, kuraklıklar, ormanlar ve doğa alanlardaki yapılaşmalar, madencilik ve tahribatlara değinecek yerimiz yok. Bu yaklaşımlarla, yeni yasa taslağı, bazı alanlarda hükümetin elini kolunu bağlamakta olan mevcut mevzuatı hizaya sokmak için biçilmiş kaftan görünüyor.
Proje ofisleri
Bu yasa taslağının bir diğer önemli tarafı çevre STK’ları. İzleyebildiğim son 20 yılda, olağanüstü gayretleriyle Anadolu’da doğal kaynaklar ve biyolojik çeşitliliğin korunması, yöre insanlarının sürdürülebilir kaynak kullanımıyla kalkınması, iyi tarım, sorumlu su kullanımı gibi alanlarında müthiş projeler gerçekleşti. Bu başarılı projelere imza atarken bazı STK’lar, hızlı toplumsal ve siyasi değişimin ya farkına varamadı ya da epey sert siyasi değişimden çekinerek içine kapandı ve adeta proje ofislerine dönüştü.
Çoğu STK henüz kendisini özgürleştiremedi, bağlı olduğu mevzuatta dahi değişiklik yaratabilmiş değil. Siyasi partilerin, meslek odalarının dahi sivil toplum kuruşu olarak tanımlanmasını pek dert eden yok gibi. Bazı STK’larda bilim, sanat, basın, iletişim ve işdünyası gibi her kesimden topluma yön verecek liderlerin yeralması beklenen yönetim kurulları, ağırlıklı işdünyasından temsilcilerle dolu. Bu durum da, günümüzün sert siyasi ortamında, özellikle de hükümete dert anlatmak söz konusu olunca STK’nın tutuklaşmasına neden olabiliyor. Eğer STK konuşmuyorsa toplumda aydınlanma beklenemez.
Taslak travması
Doğaya düşman taslak kanunlaşmak üzereyken, STK’lar yirmi yıl önceki dinamiklerinden çok uzak, ama protestolar adeta 20 yıl öncesine ait gözüküyor. Taslağın yasallaşmasına ramak kala, cesur bir bireyin başlattığı imza kampanyasını izlemeyi tercih eden, komisyonlar sekretaryalar kursalar da, kopuk ve son dakika birlikteliği izlenimi veren grupların protestosu neden ümit vermekten çok can yakıyor? Bundan çok daha ileri bir noktada olmalıydık beklentisinden sanırım.
Oysa kampanyalar taslak daha TBMM’ye gelmeden başlamalı, esas kavga böyle bir yasanın yazılmasında yeralmak için verilmeli ve doğanın daha iyi bir yaşam için elzem olduğu topluma anlatılabilmeliydi. Dahası STK’lar Anayasa sürecine dahil olmayı talep etmeli, bu yasa taslağının yeni Anayasa’yla bütünleşemeyeceğini siyasetçilere anlatabilmeli.
O zaman, doğaya böylesi düşman bir yasanın, Meclis’e gitmesi pek de kolay olmayacaktır. Bu “Taslak Travması” umuyorum çevre STK’larının kendilerini değiştirmek, dönüştürmek üzere adımlar atması için tetikleyici olur. Böylesi bir değişim, acı verici de olsa gerek toplumdaki değişimleri gerekse çağı yakalayarak değişen topluma ilham vermek için elzem. Bu değişimin kapsamı bir başka yazının konusu olacak kadar geniş...
Milli Parklar gibi doğa koruma statüleri içinde en çatışmalı olan SİT alanlarına dairdir. Ne yazık ki SİT Alanları konusu, benim bildiğim en az 20 yıldır hep bir sorun. SİT alanlarından yaşayan ve korumacı kısıtlamalardan etkilenen insanların sıkıntıları büyük. Evinin “akan çatısını onaramamak”, dükkânına “bir çivi çakamamak” en büyük dert. SİT’e karşı girişimler ağır cezada yargılanıyor, ama yine de SİT alanlarının kaçak yapıyla dolmasını engelleyemiyoruz.
Şimdi gelinen noktada, SİT statüsü tamamen kalkıyor. Bu birçok eşsiz doğal ve arkeolojik alanın tahribatı, talanı demek. Üstelik sadece SİT’ler değil doğa koruma ve biyolojik çeşitliliğe dair ne kadar evrensel doğru varsa yerle bir oluyor.
En gerçekçi adım
Ülkemizde korunan alanların yüzdesi çok düşük, ülkemizin yalnızca yüzde 4’ü koruma altında. İdealde bu oran yüzde 15’i aşıyor. Sayın Başbakan’a ve Cumhurbaşkanımıza bunları anlatamamış olmamız çok yazık. Bu aşamada yasa taslağının geri çekilmesini umuyorum. Varolan mevzuatta SİT ve diğer konularda işlemeyen yanların revizyonuyla koruma-kullanma dengesinin Yönetim Planlamasıyla kurulması en gerçekçi adım.
Bu aşamada en ulvi amacımız yeni Anayasa’da çevre ve doğanın, günümüze ve geleceğe odaklı yaklaşımlarla yeralmasını sağlamak olmalıdır. Bugünün refahıyla geleceğin mirasını dengeleyen bir yönetim yaklaşımı daha doğru olmaz mı?