Nermin Subasic, paramiliter gruplar tarafından katledilip kemikleri Srebrenitsa ve etrafına saçıldığında yalnızca 19 yaşındaydı. Avrupa’nın yakın tarihinin en karanlık sayfalarından biri olan Srebrenitsa soykırımı sırasında sadece Nermin değil, 8.300’den fazla erkek, kadın ve çocuk hunharca katledildi. Eğer Srebrenitsa ve Zepa Anneleri olmasaydı, onların başlarına gelenler belki de unutulup giderdi.
Bu anneler, eşler ve kız kardeşler; gözyaşlarını sildiler ve acılarını bir amaca bağladılar. İntikam peşinde koşmadan, yirmi dört yıldır durmaksızın adalet çağrısında bulunuyorlar. Ve bizlere mesajları da şudur: Öteki’ni insan olarak görmemeye son verin.
Çoğu insan Srebrenitsa soykırımını bilmiyor, bilmek de istemiyor. Diğerleri de bunun yerel bir mesele olduğunu, dünyanın geri kalanıyla ilgisi olmayan bir tarih kazası olduğunu düşünüyor. Bu zihniyet, yalnızca ilgisizlik veya görecelilikten ibaret olmamakla birlikte, aynı zamanda Avrupa’da çok yaygın olan Müslüman karşıtı algıyı da ortaya koymaktadır. Srebrenitsa soykırımının dini bir temelinin olduğu inkâr edilemez. Bu insanlar sırf Müslüman oldukları için öldürüldü. Tüm bu olanlar ise, neler olduğunu bilen ancak yalnızca uzaktan izlemeyi seçen pasif bir uluslararası toplumun suç ortaklığıyla gerçekleşti.
Bu anlamda, Srebrenitsa soykırımı, tüm Avrupalılar olarak bizlerin kendimize uzunca ve dikkatli bir şekilde bakmamız için bir ayna vazifesi görmektedir. Avrupa, elbette yakın bir gelecekte gerçekleşecek başka bir Srebrenitsa vakasına tanıklık etmenin eşiğinde değildir. Ancak, kıtamızda güçlü ayak sesleri duyulan ve kendini “geleneksel değerlere sahip Hıristiyan Avrupa”nın savunucusu ilan eden milliyetçi hareketlerin yeniden canlanması, toplumumuzun barışçıl geleceği açısında iyiye işaret etmemektedir.
Bu bağlamda Müslümanlar, bir kez daha yalnızca aşırıcı grupların değil, aynı zamanda ana akım politikacıların da tercih edilen hedefleri arasında yer almaktadır. Yüzyıllar boyunca, Avrupalılar Müslümanlara hep temkinli gözlerle bakmışlardır. Ancak, 11 Eylül’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne karşı gerçekleştirilen saldırılarla başlayan bir dizi terör eyleminden bu yana, tüm Müslümanlar aynı kefeye konulmakta ve giderek daha fazla hasmane toplumlarda yaşamaktadırlar.
Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, Avrupa’da ortaya çıkan Müslüman karşıtı algılar ve uygulamalar konusundaki uyarılar raporlarda sürekli olarak yer almıştır. Bununla birlikte, sağlam kanıtlara rağmen bu durumda herhangi bir iyileşme meydana gelmemiştir. Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu uzmanlarının birkaç hafta önce yayımlanan raporunda bu durum teyit edilmiş, pek çok Avrupa Konseyi üye devletindeki Müslüman karşıtı algıların sürekliliğine ilişkin uyarılarda bulunulmuştur.
Bununla ilgili kanıt bulmak için güvenilir haber kaynaklarının okunması yeterli olacaktır. Çoğu Avrupa ülkesinde, Müslüman kadınlar, peçe veya başörtüsü taktıkları için sık sık tacize uğramakta, camilere saldırılar düzenlenmekte ve mezarlıklara yönelik saygısızlıklarda bulunulmakta, ayrımcı uygulamalar Müslümanların iş bulmalarını, ev edinmelerini veya vatandaşlık almalarını zorlaştırmaktadır. Kolluk kuvvetleri, sırf dış görünüşleri yüzünden kanuna aykırı bir şekilde Müslümanları durdurma ve arama yapma uygulamasına hâlâ devam etmektedir. Yeni göçmenlerin çoğu, Müslüman ülkelerden oldukları için, onlar da Avrupalı Müslümanların on yıllardır maruz kaldığı güvensizlik ve şüpheyle karşılaşmaktadır.
Bunlar sadece Müslümanları hedef almamaktadır. Nefret olayları, insanoğlunu halen “ırklara”, sınıflara ve hiyerarşilere ayıranların seçilmiş günah keçileri arasında yer alan Yahudilerin ve Romanların hayatında iz bırakmaya devam etmektedir. Bu durum, Avrupa’da önde gelen birçok siyasi lider tarafından yayılan zehirli, milliyetçi, sorumsuz ve alaycı bir söylemle şiddetlenmektedir. Bütün bunların neye sebebiyet verebileceği, benim ve pek çok memleketlim için çok açıktır ancak esas soru, bunun Avrupa ve ötesindeki siyasi liderler ve karar alıcılarca anlaşılıp anlaşılmadığıdır.
Etnik nefret ve bölünmenin alevlerini körükleyenler yüzünden artık günümüzde var olmayan bir ülkede büyüdüm. Çığırından çıkan milliyetçiliğin vahşiliğini ve akıttığı kanları, ektiği bölünme tohumlarını ve sahte vaatlerle insanların nasıl kurnazca kandırıldığını gördüm.
Şimdiye kadar tarihten, bu tür bir durumun yalnızca yıkım getirdiğini öğrenmiş olmalıydık. Ancak, tarihin derslerini yeterince dikkatli şekilde dinlememiş olduğumuz anlaşılmaktadır.
Bu tehlikeli eğilimi tersine çevirmek istiyorsak, Srebrenitsa soykırımından doğru dersleri çıkarmamız gerekmektedir. Srebrenitsa soykırımı bir kaza eseri değildir, korkunçluğu tüm çıplaklığıyla görülür hale gelmeden çok önce başlamıştır. İnsanlar kimlikleri nedeniyle ayrı tutuldukları zaman başlamıştır. Öteki’nin insan olarak görülmemesi ve eleştirel seslerin ötekileştirilmesine yol açan toplumsal söylemle şekillenmiştir. Nihai şeklini, duruma karşı kayıtsız kalanların görmeyen gözlerinin önünde, bir grup insanı yok etmeye yönelik kasıtlı eylemlerle almıştır.
Diğer tüm soykırımlarda olduğu gibi, Srebrenitsa’da yaşanan hadiselerin meydana geldiği yerin hayli ötesine uzanan bir anlamı mevcuttur. Bu, bizim için bir ibret öyküsüdür. Belirli insan gruplarına karşı yapılan saldırıları kabullendiğimiz, hoş gördüğümüz veya görmezden geldiğimiz takdirde, toplumlarımızın nefret tohumlarının büyümesi için verimli bir zemin oluşturacağına dair bizi uyaran bir ibret öyküsü.
Srebrenitsa ve Zepa Annelerinin mesajı bu hataya tekrar düşmememiz gerektiği yönündedir. Onlar, eğer çeşitlilik içinde eşit olarak yaşamak istiyorsak, dayatma, nefret ve şiddetten arınmış olarak yaşamak istiyorsak, gelecek nesillerin bizimle aynı umutlara ve beklentilere sahip olmalarını istiyorsak, o halde, bunlara şimdi karşı koymamız gerektiğini bize söylüyorlar.
Avrupa’nın üzerine kurulu olduğu eşitlik, saygı, çeşitlilik ve kapsayıcılık değerlerini ve ilkelerini savunmalıyız. Nefret tohumlarının yerini saygı tohumlarının alması için saf tutarak birlikte çalışmamızın zamanı gelmiştir.