Feridun ANDAÇ
1954’te Erzurum’da doğdu. Yükseköğrenimini MÜ Eğitim Fakültesi’nde tamamladı. İÜ Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Edebiyat ve karşılaştırmalı edebiyat dersleri verdi. İnceleme, araştırma ve deneme çalışmalarının yanı sıra yazdığı öyküleri ve gezi yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bu alanlarda yayımlanan birçok kitabı olan Andaç, üniversitelerde görev yaptı, özel kurumlarda alanı ile ilgili yöneticilik görevlerinde bulundu. 2002 yılından itibaren Dünya Kitapları‘nın yayın yönetmenliğini üstlendi; edebiyat/kültür/sanat/tarih alanında iki yüzün üzerinde özgün kitabın yayımını yaptı. Çeşitli ulusal gazetelerde sürekli yazılar yazan Andaç, Marmara Üniversitesi İletişim ve Güzel Sanatlar fakültelerinde ve Doğuş Üniversitesi’nde ders verdi.
Nicedir üzerinde çalıştığım “Söz Tufanı: Yaşar Kemal” kitabımı sonlamak üzereyim. Beni ziyarete gelen bir dostumla konuşurken, yazıevimdeki Yaşar Kemal çalışma masamın yanıbaşında duran Orhan Pamuk dosyama göz atmak istemişti. Uzun süredir Pamuk’a dair bir kitap çalışmamın olduğunu bilen dostum, dosyadan bakışlarını kaldırdığında, biraz eleştirel bir tonda:
“Sizleri hiç anlamıyorum; hem eleştirirsiniz hem de tutup üzerine kitap yazarak adamcağızı sürekli gündeme taşırsınız,” diyerek, masamdaki kitaba da (Kültür Endüstrisi/Kültür Yönetimi, Theodor W. Adorno) işaret edip; “Pamuk’a Adorno’nun buradaki düşüncelerine dönerek bakmanı isterim doğrusu,” sözleri üzerine de ilginç bir tartışma başlamıştı aramızda.
KÜRESEL PAZAR
İktisatçı dostumun tespiti doğruydu; Orhan Pamuk, bugün, kültür endüstrisinin bir aracı durumuna dönüştü.
“İyi edebiyat” yapmak adına yola çıkan; Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev romanlarında bunu başarıyla gerçekleştiren; Kara Kitap ve Yeni Hayat’la bu endüstriye göz kırpan, Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı ve İstanbul ile de artık hep küresel okuru ve küresel pazarı düşünerek yazan bir yazar... Kar romanıyla da son “iyi edebiyat” kozunu oynayarak, adeta Dostoyevski’den rol çalmak istedi...
Yazdıklarında hâlâ “kuramsal romancı” olma iddiasını sürdürse de; “kurumsal romancı”lığını pekiştiren atılımını Masumiyet Müzesi’yle yaptı aslında. Bir bakıma da edebiyatı anonimleştirdi.
İstanbul kitabını bir ekip olarak yazdı, yeni romanını da böyle yazdığını ima etti.
Dünya edebiyat pazarında değil, edebiyatın dünyada artık böyle bir pazarı yok. “Kültür endüstrisi”nin yeni kapitalizmin yasalarına göre, farklı (edebiyat da dahil) aktörleri var. İmaj ve marka yönetiminde çalışanlar bunun nasıl biçimlendiğini çok iyi bilirler.
KAZANDIR, KAZAN
Dikkat edilirse eğer; bu endüstriden beslenen/öne çıkan aktörler, bir süre sonra “sosyal sorumluluk” projelerinde boy göstermeye başlarlar. Pamuk, Jean Baudrillard’ı adeta doğrularcasına, simülasyon çağına bir örnekle adını yazdırdı.
“Masumiyet Müzesi”yle, hayatın bırakılmış nesnelerine, adsız sansız atıklarına bir ad bulup hikâye uydurdu.
Kültür endüstrisinin kendisine kazandırdıklarıyla da adına “müze” dediği, kendi fantezileriyle süslü, o yapıyı kurdu.
Dostumla konuşmalarımız, tartışmalarımız aşağı yukarı bu minvalde süredurdu. Ayrılırken ki son sözleri şunlardı:
“Eğer kitabında bunlardan söz etmezsen, sen de övgü kervanına katılırsan yazık edersin. Unutma ki; bu endüstri Pamuk’u sevmiştir: kazı kazan gibi; kazandır, kazan! İktisadın en temel yasalarından biridir: Ticari sermaye üretime katılmaz, kârın bizzat ticari işlem sonucunda ortaya çıktığı sanılır. Yeni kapitalizmin yasaları bunu daha da pekiştirdi ve hayatın her alanına yaydı.
KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ
Adorno da, kültür endüstrisindeki sistem üreticiyi metalaştırırken, onun bireysel yetilerini nasıl tutsak aldığını imler. Onu, adeta, kitleler üzerine üflenen bir ruh olarak sunar. Yer yer bekletir. Arada bir fanusundan çıkarır, sunduklarını, yani ‘edebî meta’yı kitlelere yayar, birtakım adlar/simgeler yakıştırılır. Ve kahramanımız kazandır-kazan rolünü iyi oynar. Bak yakında bunun yeniden ortaya nasıl çıkacağını göreceksin. İçindesin her şeyin. Şu yayınevi değiştirme meselesi bile bunun bir parçası...”
Aynı zamanda bir bankacı olan çocukluk arkadaşımın her tepkisi, sözü, eleştirisini dikkate alırım.
ÖDÜL?TÜRKÇEYE ?
Bu kez, o gidince, içimde ‘Orhan Pamuk kitabından vazgeçsem mi’ sorusu depreşmedi desem yalan olur!
“Başkasının değirmenine su taşıyacağına otur asıl yazman gereken kitapları yaz,” diyordu dostum. Ve onun daha birçok sözünü belleğimin çeperlerine vura vura Ağva’ya gittim ertesi gün.
Karşıma gazetede Orhan Pamuk röportajı çıkmaz mı?!
Dostumun ironik sözler edeceği telefonunu beklemeden ben aradım.
“Ben sana dememiş miydim?!”
Sözünün dışında hiçbir şey söylemedi. Beni dinledi yalnızca.
Son sözüm de şu olmuştu ona:
Evet, Orhan Pamuk’u gündeme taşımak bizim gibi edebiyatçıların işi değil. Pamuk’un yazdıklarını artık ben de merak etmiyorum.
Söyleyeceklerim bir özeleştiri değil.
Nobel Edebiyat Ödülü’nü önemserim. Bize, yeryüzünün tüm bu karmaşası/savaşlar çağı ortamında “iyi edebiyat”ın var olduğunu zaman zaman hatırlattığı gibi, bunu var eden edebiyatçıları da dünya dillerine taşımasını değerli bulurum.
Orhan Pamuk’la Türkçe ve bu dille yaratılan edebiyat ödüllendirilmişti aslında. Onun bunu ne kadar önemsediğini bilemem! Ama ben önemsediğim için kalkıp Stockholm’e gitmiş, onun ödülünü aldığı tarihi törene katılmış, yazılar da yazmıştım.
Çünkü, bir dilin/bir edebiyatın, uluslararası bir ödülle arenaya çıkmasını zamanımızın “kültür endüstrisi” aktörlerinin bir işi olduğunu hiç mi hiç düşünmedim doğrusu.