M. Sinan Genim
sinan@sinangenim.comÜç yanımda güzeller güzeli deniz görünür
Her yandan gün ışığı vurur duvarlarıma.
Safran örtüleriyle şafak çevremde dolandığında,
Kamaşır gözleri, yürümek istemez batıya.
Mabeyinci Pavlos VI. yüzyılda İstanbul’u böyle anlatıyor. Güneşin aşık olduğu ve batıya doğru gidişini durdurmak istediği bir şehir. Aristoteles şehri “soylu bir amaç için ortak yaşam” olarak tarif eder. Hangi soylu amaç? İnsanın mutluluğu ve şenlikli bir hayat sürmesi, gelişimi, uygarlığı ileri taşıması... Bu amaçları sonsuz sayıda çoğaltmak mümkün, ancak var olan şehirlerin tümünün de bu amacı gerçekleştirmek için çalışmasına rağmen, başarı niçin yalnızca birkaç şehre aittir?
Yapı yapmak için mi?İçinde yaşadığımız bu şehir, İstanbul gerçekten bir şehirdir, herhangi bir şehir değil. Onun inanılması güç bir cazibesi vardır, insanısarar sarmalar ve içine alır, zaman zaman farkına vardığımız bir büyüsü vardır. Ondan kısa bir süre uzaklaştığımızda, sanki içimizden bir şeylerin eksildiğinin farkına varırız. Bir cami avlusu, dar bir sokak, uzaklardan gelen ezan sesi, denizin kokusu, bir tepeden ona bakış, bir sahil boyu gezintisi... İçinde yaşarken farkında olmadan tadına vardığımız, ondan uzak kaldığımızda eksikliğini hissettiğimiz bir şey, tarifi zor bir duygu.
İstanbul, bin yılların oluşturduğu bir şehirdir ve hemen herkes ondan bir şeyler aldığı gibi, onda bir şeyler de bırakmak ister. Kimi bunu bir şiirle, kimi birkaç satırla, kimi bir resimle, kimi ise bir yapıyla başarmaya çalışmıştır. Miletli Antemius ile İzidor’un Ayasofya’yı yapmak için gösterdiği çaba yalnızca bir yapı yapmak için midir? Yoksa bu insanlar çağlar boyu anılacak bir yapı, herkesin imrenerek bakacağı bir anı bırakmak için mi çalışmışlardır? Ya da “Gelecekte yaptıklarımı görecek insaf sahiplerinin çabamın ciddiyetini göz önüne alarak beni hayırlı dualarla anacaklarını umarım, inşallah” diyen Mimar Sinan ve onun yapıları.
Yahya Kemal Beyatlı,
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Dizelerini yalnızca kulağa hoş geldiği için mi söylemiş, yoksa bu dizeler bir aşığın içini dökmesi mi?
Lygos’tan İstanbul’a ismi ne olursa olsun bu şehir içinde yaşayanlar için her zaman özlenen ve hasretle anılan bir şehirdir. Bugün bu şehirde yaşayanlar geçmişin İstanbul’u hakkında ne yazık ki çok az bilgi sahibidir. Tapınaklarla süslü Byzantion yerini kiliselerin, anıtsal yapıların, sütunların aldığı Konstantinopolis’e bırakır. Daha sonra Fatih’in Kostantinniyye’si oluşmaya başlar, camiler ve göğe yükselen minareler, saraylar, hanlar, hamamlar ve evler. İstanbul’un bir Türk-İslam şehri olarak oluşum
Şehirden yayılan ışıkXVI. yüzyıldan itibarendir. Şehrin önemli noktalarına önce Topkapı Sarayı, daha sonra Yavuz Sultan Selim, Şehzade, Süleymaniye gibi camiler yapılır. Pek farkına varmasak da dünya mimarlık sanatına Sinan gibi bir kişiyi armağan eder bu şehir. Gerçekte Sinan bir İstanbul mimarıdır, beşyüze yakın yapısının büyük bir kısmını İstanbul ve yakın çevresinde yapmıştır. Sorarım size, hangi şehrin Sinan gibi bir mimarı vardır. XVI. yüzyılda bu şehirden yayılan ışık dünyanın gözünü kamaştırmaktadır. XVII. yüzyıl anıtsal yapı faaliyetinin yanı sıra, yoğun bir ticari ve konut yapımı ile devam eder. Ancak XVIII. yüzyılın İstanbul için özel bir önemi vardır. Lale devri artık anıtsal yapı faaliyetinin yanı sıra, konut yapımının da doruğa ulaştığı bir yüzyıldır. Geniş saçaklı yayvan evler, güneşi içine hapseden yaşam alanları, Sadâbat, Emnâbat, Neşetâbad, hafif konstrüksiyonlu, sade görünüşlü, içinde yaşayanlar için cenneti andıran binalar… O yapılar şimdilerde unutulsa da dilimize bir deyiş bırakır.
XIX. yüzyıl başındaki bir İstanbul evini, Mehmet Hüsrev Paşa’nın Emirgan’daki yalısını Moltke’nin anlatışı ile sizlere aktarmak isterim.
“Emekli Seraskerle karşılaştığım oda tam Şark tarzındaydı ve Padişahın sarayında eşini görmediğim kadar güzeldi. Pek geniş olan bu odanın bir cephesi, koyu mavi dalgaları tam pencerenin altındaki güzel bir rıhtıma çarparak uğuldayan boğaza bakıyordu; onun karşısındaki taraf ise tamamı ile açıktı ve gül tarhları, portakal fidanları ve muazzam defne ağaçlarıyla bezeli güzelbir bahçeyi görüyordu. Çiçekteki zakkum ağacı billûr gibi su dolu mermer yalağa aksediyor ve daha geride, havuzunda erguvan renkli balıklar yüzen bir fıskiye şakırdıyordu. Geniş ipekli tente, zengin arabesklerle süslü tavanın devamını teşkil ediyor ve muhteşem yer halısı, çiçek tarhlarının sanatlı motifleri ve deniz kabukları dökülmüş veya renkli çakıllarla mozaik gibi kaplanmış olan bahçe yollarının desenleriyle birleşiyordu. Nerede oda bitiyor, bahçe nerede başlıyor; acaba fıskiye odada mı şakırdıyor, yoksa geniş sedir üstünde bahçede mi oturuyorsun, farketmek güçtü…”
Bu şehirde yaşayan herkes, dini, dili, ırkı ve rengi ne olursa olsun, İstanbulludur. Bu nedenle onları Rum, Ermeni, Levanten, Arap ve Acem diye ayırmayı, geçmişin anılarına saygısızlık olarak kabul etmek gerekir. Onları gerek dinleri, gerekse dilleri ne olursa olsun İstanbullu oldukları, İstanbul’a geçmişten birer armağan bıraktıkları için saygı ile anmalıyız.