Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

İSTANBUL’UN MESİRE YERLERİ


Sinan Genim - sinan@sinangenim.com

İstanbul’un fethinden önce gerek Haliç, gerekse Boğaziçi kıyılarında çok sayıda mesire yeri bulunurdu. Özellikle Balkan Savaşı sonrası Rumeli’den gelen göçlerle şehrin nüfusu hızla artmış ve mesire alanı olarak kullanılan pek çok yer denetimsiz olarak iskana açıldı

İSTANBUL’UN MESİRE YERLERİ


Arapçadan dilimize aktarılan bir sözcük olan ‘mesire’ bir dönem, gezmek, yürümek, gezilip dolaşılacak yer, gezinti yeri, eğlenmek için yapılan gezinti anlamında kullanılırdı.
İstanbul’un fethinden önce gerek Haliç, gerekse Boğaziçi kıyılarında çok sayıda mesire yeri bulunduğunu bilmekteyiz. Lionel Casson ‘Antik Çağda Seyahat’ isimli kitabında erken dönem ve sonrasında Roma dünyasındaki gezi hikayelerini anlatır. Roma dünyasında var olan bu alışkanlık, İstanbul’un başkent olarak seçilmesinden sonra da devam eder. Surların hemen dışında, günümüz Bayrampaşa semti içinde kanallar, havuzlar ve köşkler bulunan ‘Philopation’ isimli bir av parkıyla, günümüz Bakırköy’ünün üst kısımlarında halkın gezisine açık ‘Aretai Sarayı’ bahçelerinden söz edilir.
‘Görenin aklı perişan’
XVI. yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul’u anlatan Evliya Çelebi, şehrin içinde başta At Meydanı (Sultanahmet Meydanı) olmak üzere otuz dört adet gezinti ve dinlenme yeri olduğundan bahseder. İstanbul dışında ise Silivrikapı’da Süleyman Sahrası, Yenikapı Tekkesi, Zağar Yaylası, Bayram Paşa Bağı, Kasım Ağa Bağı, Eyüp Avlusu, İdrisköşkü, Kağıthane’ye doğru Cirit Meydanı gibi çok sayıda mesire yeri vardır. Bunların içinde geniş, çevresi yeşilliklerle kaplı, kırk kadar evi ve bir camisi olan Alibeyköyü Mesiresi, yetmiş-seksen kadar büyük çınar ağacı ile gün görmez bir mesire yeri olarak önemli bir gezinti alanıdır. Bu bölgedeki ikinci önemli mesire alanı, halkın ve ileri gelenlerin tercih ettiği Kağıthane Mesiresi’dir. Burada Kağıthane lâlesi adıyla meşhur olan çeşit çeşit lâleler yetiştirilir ve bazı günler bu alan rengârenk lâlelerle süslenir ki, Evliya Çelebi’nin tabiriyle; “Görenin aklı perişan olur.”
Kayık gezilerine rağbet
Emirgûne Bahçesi, Cendereci Köyü Mesiresi, Su Kemerleri Mesiresi, Terkoz Gölü Avlağı, Çekmece Gölleri Mesiresi, Okmeydanı Mesiresi, Akbaba Sultan Mesiresi, Ali Bahadır Mesiresi, Dereseki ve Alemdağı Mesireleri dönemin gözde ve önde gelen gezi ve eğlence alanlarıdır. Evliya Çelebi daha sonraki yıllarda öne çıkan Asya’nın Tatlı Sularından söz etmez. Muhtemelen Lâle Devri sonrası önemli gezi alanları haline gelen Beykoz Tokat Deresi ile Göksu Deresi gibi mesire alanları ise XVI. yüzyılın gezi alanları içinde değildir.
Kayık gezilerinin rağbet kazanmasıyla birlikte şehrin Rumeli yakasında yabancıların Avrupa’nın Tatlı Suları adıyla andıkları Alibeyköy ve Kağıthane Deresi gezi alanları ile Asya’nın Tatlı Suları adıyla bildikleri Tokat, Göksu ve Küçüksu derelerinin bulunduğu vadiler İstanbul’un önemli gezi alanları haline gelecektir.
Özellikle 1912-1913 yıları arasında yapılan Balkan Savaşı sonrası Rumeli’den gelen göçlerle şehrin nüfusu hızla artmış ve daha önceki dönemlerde mesire alanı olarak kullanılan pek çok yer denetimsiz olarak iskana açılmıştır. İstanbul’un artan nüfusuna uygun bir planlama yapılmadığı, yeni iskan edilen bölgelere düzenli bir ulaşım sağlanamadığı için beş yüz yıla yakın bir süre önce şehrin yaşadığı iskan karmaşası bir kere daha tekrarlanmıştır. Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth isimli eserinde, Fatih Sultan Mehmet’in fetih sonrası nüfusu azalan ve büyük oranda terk edilen şehrin tekrar eski görkemine kavuşması için yaptığı çalışmalar sırasında, şehre yeni gelenler için ‘tuttuğu mülk kendisinindir’ dediğini, ancak kısa süre içinde bu sözün yanlışlığının farkına vararak çeşitli tedbirler aldığını ve iskanı yeniden yönlendirdiğini anlatır. Ancak son dönemlerde yetkin bir yöneticinin olmaması bu konuda önlem alınmasına ve iskanın doğru dürüst yönlendirilmesine mani olur. Şehrin eski mesire alanlarının büyük bir bölümü iskan alanı haline gelir. Nerdeyse hemen herkes tuttuğu mülkün sahibi olur.

Denetimsiz iskan sorunu

İSTANBUL’UN MESİRE YERLERİ


Günümüzde, İstanbul’da park ve yeteri kadar gezinti alanı olmamasından şikayet etmekteyiz. Gerek Suriçi gerekse Boğaziçi, kendi nüfusu ile orantılı olmasa da belirli büyüklükte park ve gezinti alanına sahiptir. Ancak denetimsiz bir şekilde iskan edilen alanlarda büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. İmparatorluk döneminin sarayları ve kasırları, park ve gezi alanlarına dönüştürülmüştür. Bir dönem saray tarafından kişilere mülk olarak hediye edilen alanlar ise onlar tarafından ağaçlandırılarak şimdilerde park ve gezi alanı olarak kullanılır hale getirilmiştir. Topkapı Sarayı’nın bahçesi olan Gülhane Parkı, Eski Saray’ın bulunduğu Üniversite bahçesi, 1950’li yıllarda denizden doldurularak yeşil alan haline getirilen Marmara Surları önündeki büyük alanlar, Dolmabahçe Vadisi, Yıldız Parkı, Emirgan Korusu, Belgrad Ormanı, Abraham Paşa Korusu, Kanlıca Hidiv Korusu, Mihrabat Korusu, Fethi Ahmet Paşa Korusu bu alanların önde gelenleri olarak hizmet vermektedir.

Uzun süreli yatırımlar

Bu alanlar İstanbul gibi evrensel boyutlu bir şehir için yeterli midir? Elbette bu kadar büyük bir şehir için yeteri kadar mesire ve gezi alanı olduğunu söylemek mümkün değildir. Geçmişe nazaran çok büyük bir alana yayılan İstanbul’un eski iskan alanlarının daha yeşil olduğunu, buna karşın son elli yıldır yoğun bir şekilde iskan edilen alanların yeteri kadar yeşil alana sahip olmadığını görmekteyiz. Bundan böyle şehrin çeperlerindeki büyük arazilerin, özellikle bir dönem askeri amaçla kullanılan alanların iskana açılmayıp, gezi ve park alanı olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Belki bu önerim ekonomik açıdan rantabl bir öneri değil, ancak giderek daha fazla nüfusu barındıran bir şehirde kısa süreli değil uzun süreli yatırımlar yapmak, yeni gezi ve park alanları düzenlemek gerekir. Günümüz yöneticileri pek farkında değiller ama, her boş bulduğumuz yere inşaat yapmanın getireceği kaosun bedeli, kısa süreli rant beklentisinden çok daha büyük olacaktır.

‘Cana can katan vadi Kağıthane’

İSTANBUL’UN MESİRE YERLERİ


Miss Pardoe adıyla tanınan ve 1836’da babasının görevi nedeniyle İstanbul’a gelen Julia Pardoe şehirde kaldığı dokuz yıl içinde yazdığı mektuplardan birinde Kağıthane Mesiresi’ni, “Tıpkı Prens Rasselas’ın vadisi gibi, dört bir yandan yüksek ve kıraç tepelerle çevrili olan Kağıthane Vadisi öyle taze, yeşil ve güneşli duruyor ki ilk aklımıza gelen, tabiatın burayı tatil günleri için yaratmış olduğudur. Pera’dan buraya araba yolculuğu çok zevkli; tepelerin havası o kadar temiz ki canınıza can katıyor” sözleri ile anlatır.
1921-1922 yılları arasında anılarını yayınlayan Leyla Saz Hanım “...Çocukluk ve genç kızlık dönemlerimde İstanbul’un hemen her tarafında seyir yerlerimiz pek çoktu, baharda Kağıthane, Silahtar Ağa, Aynalıkavak, Karaağaç, Çırpıcı, Hacı Hüseyin Bağı, Ihlamur, Fulya tarlaları... Yazın ise Beykoz Çayırı, Kalender, Sultaniye, Çubuklu, Göksu, Küçüksu, Çamlıca, Fener Bahçesi...” Buraları hem erkekler hem de kadınlar için seyir yerleriydi demektedir. Dönemin saraya yakın kişileri ve özellikle de sultanlar dört atlı ya da iki atlı arabaları ile Kağıthane, Küçüksu, Çamlıca ve Fenerbahçesi’ne gitmeyi tercih etmektedirler. 1900’lü yılların başlarında Göksu Deresi gezisi pek rağbettedir. Boğaziçi’nde oturanlar üç çifte, iki çifte, piyade gibi özel kayıklarıyla buraya gelirler, devlet büyüklerinin eşlerinin üç çifte kayığa binmeleri uygun görülmektedir. “Küpeştesinin iki tarafından denize sarkıtılmış, köşelerine balık, çapa ya da püskül iliştirilmiş, sırma saçaklı renk renk işlenmiş örtülerle bezenmiş kayıklarla ince yaşmaklı, süslü feraceli şık hanımlar, süslü şemsiyeleriyle üstlerine kelebek konmuş çiçeklere benzerlerdi” diyerek geçmişin güzel günlerini yad etmektedir.