Servet Topaloğlu kimdir?
1959 İstanbul doğumlu Topaloğlu, Almanya’da Darmstadt Teknik Üniversitesi’nden İşletme Mühendisliği/Makine Fakültesinden mezun olmuştur. Siemens, Metro-Real, Tansaş, Carrefour ve Doğan Gazetecilik’in üst yönetimlerinde bulunan Topaloğlu, halen ulusal ve uluslararası bazı şirketlerin yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği görevlerinde bulunmaktadır. “Perakendede Diriliği Kaybetmeden İrileşmek” adlı kitabın da yazarı olan Topaloğlu, evli ve iki çocuk babasıdır.
Bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının, bir egemenlik anlayışı(hukuku) içinde ve bir siyasi iktidar altında örgütlenmesine ‘devlet’ denilmektedir. Bir devleti oluşturan insanların öncelikleri ve önemsediği değerler ise, ülkenin tarihsel ve demografik gelişimine göre kendi içinde benzerlikler veya farklılıklar gösterebilmektedir.
Siyaset kavramı da bu konuyla oldukça ilintilidir. Kimine göre çatışan iktidar taleplerinin uzlaşma sanatıdır, kimine göre ise belirli değerlerin başkasına dayatılmasıdır. Devlet ve siyaset kavramlarını bu çerçevede bir grafiğe yerleştirirsek, karşımıza öncelikle 2 eksen ve daha sonra da bu iki eksenin her birinde iki farklı alt başlık çıkar:
1)İnsan topluluklarının önceliklerinin ve değerlerinin nispeten “homojen” veya “heterojen” olduğu bir devlet yapısı. 2)Siyasetin “uzlaşma sanatı” veya “dayatma” olarak görüldüğü bir anlayış.
Yukardaki başlıkları kendi içinde kombine edersek de aşağıdaki tabloyla karşılaşırız:
1)Homojen bir toplum yapısının bulunduğu ve siyasetin uzlaşma sanatı olarak uygulandığı devletler.
2)Homojen bir toplum yapısının bulunduğu ve siyasetin bir dayatma olarak uygulandığı devletler.
3)Heterojen bir toplum yapısının bulunduğu ve siyasetin uzlaşma sanatı olarak uygulandığı devletler.
4)Heterojen bir toplum yapısının bulunduğu ve siyasetin dayatma olarak uygulandığı devletler.
ESKİ YUNAN
Halihazırda dünya üzerinde bulunan ve uluslararası ortamda tanınan 193 devleti bu kutuların içine yerleştirmeye çalışmak, siyaset bilimleri yayınlarını okumayı seven bir özel sektör profesyoneli konumundaki bu satırların yazarını aşar.
Ancak, devlet adamlarının sıkça kullandığı “bizim gayet iyi işleyen bir devletimiz ve siyasi sistemimiz vardır, halkımızın hizmetkârıyız” cümlesinin içeriğinin, Türkiye’nin de içinde olduğunu ümit ettiğimiz 3. madde özelinde irdelenmesini önermek, atlanıldığı düşünülen bir konu varsa buraya parmak basmak, sanırız okuyucuya ve bu konudaki uzmanlara saygısızlık olmayacaktır:
Tıpkı bugün olduğu gibi, yaklaşık 3000 yıldan beri “halkın yönetiminin en doğru şekilde” yapılabilmesi için hep en iyi uygulamalara bakılmıştır. Eski doğrular bugün için hâlâ doğru olabildiği gibi, yanlış da olabilirler... Bu çerçevede bazı hatırlatmalarda bulunacağız.
Örneğin Eski Yunan’da kadınlar, gençler, yabancılar ve kölelerin(toplumun yüzde 50 sinden fazlasını oluşturan bir kesimin) fikir beyan etmesi ve oy kullanması olanaksızdı. Buna karşın oy vermeye muktedir olanların görüşleri ise büyük ölçüde alınırdı. Bu sisteme (doğrudan) “demokrasi” adı verilmiş ve o dönem için en gelişmiş yönetim anlayışı olarak tarihe geçmiştir. Bugüne göre oldukça dar kapsamlı olan bu açılım, o devirde ise geniş kapsamlı olduğu için eleştirilmiştir. Platon, “oy kullanabilme kıstaslarına sahip olan fakir ve cahiller, aynı haklara sahip bilgili olanlara üstünlük sağlayabilir”, Aristotales ise, bu sistem “Ya tiranlık ya zenginlerin iktidarı ya da genel yarar gözetmekten uzak halk egemenliği” yaratabilir demiştir.
Devlet, politika ve ekonomi tanımlarının “bugün anladığımız anlamıyla” harmanlanması ise yüz yıllar sonra, 16. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Rousseau, “eğitim ve mülkiyet durumlarına bakılmaksızın herkesi kamuyu ilgilendiren konularda irade koymaya” çağırırmıştır. Aynı dönemde Smith, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” yaklaşımıyla kapitalist-liberal sistemin temellerini atmış, “ulusların zenginleşme formülü” gibi günümüzde globalleşme adıyla hacim kazanan, iyi yönetilmezse çığırından çıkabilecek, vahşi bir başlığı da işin içine dahil etmiştir.
MARX’IN YAKLAŞIMI
Daha sonra Marx bu şekliyle oluşacak “burjuva demokrasisine” ciddi eleştiriler getirmiştir. Marx’a göre böyle bir demokraside üretim araçları ve para işveren konumundaki “azınlığın” eline geçecektir. Çalışan(proleter) yığınlar ise sayıca artacaktır. İşverenler, sürekli “Artı-Değer”(gerekli olandan daha fazla üretim) çoğaltmak peşinde olduğundan, çalışanlara ödenen ücret ürettiklerinden çok daha az olacaktır. Sistemin çalışması için Artı-Değer her hâlükârda katlanarak büyütülmeye çalışılacaktır(batmış büyük şirketlerin kurtarılması/devletleştirilmesi, karlı devlet şirketlerinin özelleştirilmesi, uluslararası sömürgeciliğin artması, vs). Burjuva demokrasisinde, İşverenlerin Çalışanlarına gerekli tüketim malları satın almalarını ve kendilerini iyi hissetmelerini sağlamaları kâfidir. Böyle bir sistem Marx’a göre sürdürülemeyecektir ve bu devlet günün birinde çalışanlar tarafından mutlaka devrilerek, yerine çalışanlar tarafından kurulacak yeni bir devlet sistemiyle yönetilecektir(proletarya diktatörlüğü) .
Aynı dönemde, 17. yüzyılda ortaya çıkan, bugün kelime anlamı yozlaştırılmış, ancak kanımızca önemsenmesi gereken bir yönetim felsefesi daha vardır: “Anarşizm”! Bugünkü anlamından çok farklı olarak anarşizm, şiddet ve kargaşayı reddeder. Despotizme karşı çıkar, özgürlüğü savunur. Bu akımın temsilcisi Bakunin, işçi sınıfı adına devleti yönetenlerin bizzat işçileri ezen bürokrat haline geldiğini söyler. Bu yanlarıyla anarşizm liberalizme benzer. Anarşizm diğer yandan ise paranın özgürlükleri yok etmesini sorgular, eşitlikçi toplum ister, kapitalizme karşıdır. Bu yanıyla da Marksizm’e benzer. Hem liberalizmden hem de Marksizm’den ayrıldığı nokta ise bugün anladığımız şekliyle devlet mekanizmasına tümüyle karşıdır. Anarşist sistemde gönüllülük, yönetici rotasyonu, dezentral sistemler ve federasyon yapısı ön plandadır.
Zorunlu eğitim yerine, yol gösterme(mentorluk, koçluk) tavsiye edilir. 1900’ların başında Schumpeter’in de dediği gibi, bugünkü demokrasi “halkın kendi kendini yönetmesi değil, halkın kamu görevlilerini seçme yönetimi” olduğu için, 1800 yılları anarşistleri temsili değil, Eski Yunan’dakine benzer, ancak daha geniş katılımlı “doğrudan demokrasiyi” isterler. Polis, savcı, hakim, cezaevi olmamalı, sınırlar kalkmalı, insanlar kardeşleşmelidir. Anarşistlere göre dünya, bugünkü devlet yapıları ve organları nedeniyle kargaşa ve şiddet içindedir. Kargaşa ve şiddeti ortaya çıkaran nedenler(baskı ve sömürü) ortadan kalkarsa, devletin organlarına da büyük ölçüde gerek kalmayacaktır. Her şeye rağmen suç işleyen olursa, tecrit ve kınama yapılmalı, anarşist sistem olgun, barışçıl ve herkesi mutlu edecek biçimde çalıştırılmalıdır.
YENİ NESİL
Bugünlerde dünya üzerindeki 193 devletin hiç birisinin, şiddet ve kargaşaya karşı çıksa da, devlete karşı bir yapılanma olan anarşist sistemi benimsememesini anlamak zor değildir. Türkiye dahil bu devletlerin mevcut yöneticilerinin hemen hepsinin, güçlü Devlet Mekanizmasını öneren ana akımlar olan Kapitalizm, Marksizm ve onların türevlerinin detaylarından etkilenmiş ve Anarşizmi en iyimser yaklaşımla “romantik”, boş bir çaba olarak görmüş olmaları da muhtemeldir. Ancak dünyadaki son gelişmeler, orijinal anlamı ile benzerlik gösteren “Yeni Nesil Anarşizm” dalgasının ciddiyetle irdelenmesini ve günümüz gerçekleri ışığında yorumlanmasını gerektirmektedir.
Ülkemiz özelinde; alt yaş grupları dünyaya entegre, genel yaş ortalaması ise 29 olan ve ülke yönetim anlayış ve profili son 10 yılda ciddi şekilde değişmiş ve yüksek potansiyeli ortaya çıkmış bir ülkede, Taksim Gezi Parkı olaylarına bir de bu yazıda bahsedildiği “yeni nesil anarşist pencereden” bakmak ve onları kucaklayıcı söylem ve aksiyon planları hazırlamak fikrine ne dersiniz?...
Örneğin şehir içlerinde atıl duran bakımsız parklara, arazilere, hatta yollarda kurumuş olan ağaçların diplerindeki toprak adacıklarına, arzu ederlerse onların da kullanabileceği sebze-meyve dikme gibi basit organizasyonlardan tutun(guerilla gardening), onlara ciddiyetten gerilmiş kamu sitelerini yararlı ve eğlenceli web sayfalarına dönüştürme ve kamu icraatlarını internet ortamında pro-aktif takip etme yetkileri vermeye, şehir dönüşüm projelerinde ve hatta kritik iç ve dış politika platformlarında bilfiil çalışma ortamı sağlamaya kadar...
Hatta bir öneri daha: Becerikli, fırsatçı ve yandaş bir anlayışla “üretmeden tüketmeyi teşvik ederek” dünya vahşi kapitalist dünyasının kötü kopyası olmaya heveslenen ve rant peşinde koşan eski ve yeni nesil “hayırsız işverenlerin” bir kısmını, meydanlarda ve TV kanallarında sert şekilde tehdit etmek yerine, fark gözetmeden hepsini yeni nesil anarşist gruplar tarafından protesto edilmelerini desteklemeyi de bu listeye ilave etmek daha akılcı olmaz mı?.. Bunu o kadar ince ve güzel yapıyorlar ki...