Ülkemiz enerji ihtiyacının, ancak dörtte biri yerli kaynaklardan karşılanmakta, geri kalan dörtte üçü ise yıllık yaklaşık 60 milyar dolar ödenerek ithal edilmektedir. İthal edilen enerjinin üçte biri de kriz yaşamakta olduğumuz Rusya’dan temin edilmektedir. Bu rakamlar aslında şunu gösteriyor ki en temel insan hakkımız olan yaşam için gerekli olan enerji açısından kökten dışa bağımlıyız, esas olarak da senaryosunu bilmediğimiz, oyuncusu olmadığımız enerji savaşlarının önemli aktörlerinden biri olan Rusya’ya bağlıyız.
Dünya fosil enerji rezervlerinin yüzde 70’inin Avrasya’da; bunun büyük bölümünün de Ortadoğu’da olduğu dikkate alındığında, bu bölgedeki bitmez tükenmez krizlerin, kaosların, mezhep ve etnik savaşların asıl nedeninin ‘enerji savaşları’ olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Esasen bizler çok şanslıyız. Çünkü, Cumhuriyetimizi kuran irade bu ekseni de bu senaryoyu da 90 yıl önce tanımlamıştır. Bu adil ve demokratik senaryo da “Yurtta sulh, cihanda sulh”tur. Bu ufuk açıcı konseptin; aslında, günün koşullarına uygun dinamik bir yaklaşımla projelendirildiğinde; ekonomik kültürel ve sosyal sonuçlar üretecek ve bunları adil dağıtacak, ülkeler arasında; krizlerin, savaşların yaşanmayacağı bir anahtar olduğu anlaşılmalıdır. Bölgemizde yaşanan enerji savaşları için, din, mezhep, etnisite bağnazlıklarının araçsallaştırılmasına ortak olmayacak bir politikanın bu eksende geliştirmesi de hem ülkemiz hem bölgemiz hem de tüm insanlık için kaçınılmazdır.
Kaynak yaratılmalı
Enerji jeopolitik boyutu ekseninde yaşamakta olduğumuz kriz, ülkemizde enerji kapasitesinin alternatifli olarak geliştirilmesini ve tasarruflu kullanılmasının önemini açıkça ortaya koymaktadır. Bununla birlikte enerji güvenliği, dünya enerji piyasalarındaki arz gelişmeleri ve ekonomikliği göz önüne alınarak enerji ihtiyacımızın karşılanmasında yerli kaynaklara ağırlık verilmesi şarttır. Ancak, 780 bin kilometrekarelik Misak-ı Milli sınırları içinde gerek yüzeyde gerek yeraltındaki enerji hammaddeleri başta olmak üzere doğal kaynaklarımızın varlığı maalesef sistematik bilimsel etüt ve arama çalışmalarına yeterli kaynak ayrılmamış olması nedeniyle tam olarak belirlenememiştir. Basit bir karşılaştırma yapacak olursak; ABD her bir 20 kilometrekarelik alanında yaptığı sondaj çalışmaları ile topraklarının yaklaşık üç bin metre derinliğindeki varlığını yüzde 90 doğruluk derecesi ile belirlemiş ve çoğunu da katma değer yaratacak tarzda ekonomiye kazandırmışken, biz, kısıtlı kaynaklarla yapılan çalışmalarla topraklarımızın en fazla 150-200 m altındaki varlıklarımızı yüzde 50 doğruluk derecesi ile tahmin edebilmekteyiz, dolayısı ile de ulusal ekonomiye yeterince kazandıramamaktayız. Halbuki eğer sadece enerji ithalatı için harcanan meblağın yüzde 10’luk kısmı 3-5 yıllık bir projeksiyonla ve bir seferberlik ruhuyla arama çalışmalarına ayrılsa, çok büyük miktarlarda çok çeşitli kaynakları ortaya koyabilecek bir jeolojik yapıya sahibiz. En kısa zamanda bu yönde kararlar alınarak bu ayıptan kurtulmamız, başka bir deyişle topraklarımızın altını da üstünü de bilir hale gelmemiz gerekmektedir. Öyle ise ilk aşamada bilinen kaynaklarımızdan önemli bir rezerve sahip olduğumuz kömürü, çevre dostu teknolojiler kullanarak en kısa sürede enerjiye dönüştürmeliyiz. Eş zamanlı olarak da yenilenebilir enerji kaynaklarımızı hızla ekonomiye katmalıyız. Elbette bu sınırlı bir katkı olur. Esas olarak da gelişen teknolojiyle beraber yeni ve alternatif enerji kaynaklarından yararlanmalıyız.
Akılcı politika şart
Bu kaynaklardan biri olan, hidrojen; temiz, taşınabilir, yenilenebilir, dönüşebilir, alevli ve katalitik yanmaya, elektrokimyasal dönüşüme uygun olması bakımından fosilyakıtlara göre büyük üstünlükler göstermektedir. Sodyum bor hidrür, hidrojen depolama kapasitesi, yüksek sıcaklıklara kadar kararlı halde kalabilmesi ve patlama riski olmaması nedeniyle en uygun depolama yöntemidir. Bu yönü ile şanslıyız. Tüm dünyada bilinen bor rezervlerinin yaklaşık yüzde 75’ine sahibiz. Ancak borun mevcut tüketim alanlarının kısıtlılığı ve ileri teknolojiye sahip olamamamız nedeniyle rezerv tüketim oranları ülkemiz açısından çok da iç açıcı değildir. Türkiye’nin hidrojen kapasitesine baktığımızda ise ilk göze çarpan veri Karadeniz’deki geniş hidrojen sülfür oluşumudur. Bu varlıklarımız, hidrojen enerjisi kullanımında, ülkemizi önemli aktörlerden biri haline getirebilecek, hem kendi hem de dünyanın enerji gereksiniminin önemli bir bölümünü karşılayabilecektir.
Dünya petrol piyasasını elinde bulunduran çok uluslu şirketlerde fosil yakıt çağının bitmek üzere olduğunu bildikleri için hidrojen enerjisi teknolojileri ile ilgili çalışmalarına hız kazandırmışlardır.
O halde ülkemizin, orta ve uzun vadede, AR-GE faaliyetlerine ağırlık vererek, temel hammadde kaynaklarına tekel seviyesinde hakim olduğumuz hidrojen enerjisine geçiş için uluslararası işbirlikleri ve projeler geliştirmesi son derece hayatidir. Aksi taktirde geleneksel kullanım alanlarındaki talebi oldukça sınırlı, rezervin de sadece bizde olduğu bir enerji hammaddesi olan bor, çok uluslu şirketlere güven vermeyecek, onları boru ikame edecek araştırmalara yöneltecektir. Esasen bu yönde çalışmalar yapılmakta olduğu da bilinmektedir.
Uzun süreden beri çok uluslu tekellerin, devletçe üretilmekte olan bor madenlerimizin özelleştirilmesi yönündeki baskı ve lobi faaliyetlerinin asıl nedeni, herhalde geleneksel tüketim alanlarındaki toplam 5-10 milyar dolar katma değerli boyut olmayıp, yakın geleceğin enerji konseptindeki 500 milyar dolarlık boyutlar olsa gerektir. Bu değeri, akılcı bir politika ile yönetmemizve mevcut bor rezervlerimizin yerine geçecek ürünlerin bulunarak, bu varlığımızın toprak haline dönüştürülmesini engellememiz acil bir görevdir.
Prof. Dr. Ali KAHRİMAN (Maden Y. Mühendisi)
1955 yılında Sivas’ta doğdu, İTÜ Maden Fakültesi’nden 1977 yılında mezun oldu. 1977-1990 yılları arasında MTA ve TKİ Genel Müdürlüğü bünyelerinde ‘Mühendis, Başmühendis, Şube Müdürü’ gibi muhtelif görevlerde bulundu. 1990-1996 yılları arasında Cumhuriyet Üniversitesi’nde görev yaptı. 1996’dan itibaren İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Maden Mühendisliği Bölümünde Anabilim Dalı ve Bölüm Başkanı olarak çalışmaya başlayan Kahriman, 2008’de Okan Üniversitesi Yönetim Kurulu Üyesi ve Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevlerini üstlendi. Prof. Kahriman, halen Okan Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İngilizce İnşaat Mühendisliği Bölümü öğretim üyesidir.