Yrd. Doç. Dr. Arif Orçun SÖYLEMEZ
Boğaziçi Üniversitesi’nde iktisat lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. ABN AMRO Varlık Yönetimi’nde analist, Türkiye İş Bankası’nda ekonomist olarak çalıştı. İktisat doktorasını ABD’de Suffolk Üniversitesi’nde yaptı.Fransa’da HEC-Paris’ten MBA derecesi aldı. Euromoney Country Risk Ratings Türkiye uzmanı ve TASAM bilim kurulu üyesi olan yazar Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’nde öğretim üyesidir.
Ekonomide küresel risklerin arttığı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Ortadoğu’da yaşanan politik belirsizlikler sebebiyle yükselen emtia fiyatları küresel ekonomiye ilişkin beklentileri olumsuz yönde etkiliyor. Beklentilerin kötüleştiği böylesi bir ortamda yatırımcıların ‘güvenli liman’ adını verdikleri yatırım araçlarına yönelmesi beklenir. Nitekim son dönemde altın fiyatlarında yaşanan artış yatırımcılar arasında böyle bir güvenli liman arayışının ortaya çıkmış olduğuna işaret ediyor olabilir. Güvensiz görünen yerlerde ise satışlar başlar ve oynaklık yükselir. O halde Türkiye’de ağustos sonunda başlayan oynaklık ve satış dalgasını nasıl okumalıyız? Türkiye küresel ölçekte paylaşılan risklerden daha fazla mı risk barındırıyor? Durum buysa Türkiye’deki ek riskliliği yaratan nedir ve nasıl düzeltilebilir?
PARA?POLİTİKASI
Öncelikle iyi bilinen şu gerçeği detaylıca bir kere daha saptayalım: Türkiye dış sermayeye ihtiyaç duyan bir ülkedir. Bunun anlamı şudur: ekonomik büyümemiz ülkemize yabancı kaynak girişinin yükseldiği dönemlerde artmakta, düştüğü dönemlerde ise azalmaktadır. Böyle bir dış kaynak büyüme uyumuna Türkiye haricinde, dış kaynak ihtiyacı olan başkaca ülkelerde de rastlanmaktadır. Son yıllarda Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) bazı iktisatçılar bu durum üzerine şu soruyu sormuşlardır: Acaba dış sermaye çeken ülkeler dış sermaye çektikleri için mi büyümektedirler, yoksa büyüdükleri için mi dış sermaye çekmektedirler? Söz konusu iktisatçıların çalışmaları bize ülkelerin dış kaynak çektikleri için büyüdüklerini ama tersi ilişkinin geçerli olmadığını göstermektedir. Benim ve Marmara Üniversitesi’nden bazı akademisyenlerin Türkiye için yaptıkları çalışmalar da benzer bulguları desteklemektedir. Kısacası Türkiye dış sermaye çektiği için büyümektedir. Tersi değil. Dahası Türkiye dış kaynak giriş çıkışını kendi politikaları ile fazlaca etkileyebilen bir ülke değildir. Dış kaynağın bollaşması ya da kuruması daha ziyade küresel likidite miktarının bir sonucudur ve küresel likidite koşulları ise ABD’li ve Avrupa’lı yetkililerin para politikası kararlarının sonucunda oluşmaktadır.
BÜYÜMEDE İNİŞ ÇIKIŞ
Özetle, Türkiye’nin büyüme temposu Türkiye’nin kendisinin doğrudan kontrol edemediği bir değişkene bağlıdır. İkinci olarak, yine ben ve arkadaşlarım tarafından yapılan bazı çalışmalarda Türkiye’de dış kaynak girişlerinden büyümeye doğru ortaya çıkan oynaklık geçişleri saptanmıştır. Bunun açık tarifi şudur: dış kaynak giriş çıkışları sadece büyümemizin ortalama oranını değil, büyümemizde görülen iniş çıkışları da belirlemektedir. Yani Türkiye’de büyüme ve dış kaynak ilişkisi üç özelliğe sahiptir. Birincisi, dış kaynak Türkiye’nin ortalamada ne kadar büyüyeceğini etkilemektedir. İkincisi, dış kaynak giriş çıkışındaki dalgalanmalar büyümemizde de oynaklıklara neden olmaktadır. Üçüncüsü, dış kaynak giriş çıkışları orta ve uzun vadede Türkiye’nin faiz artırıp indirmesinden bağımsız olarak küresel likidite koşullarınca belirlenen bu nedenle de Türkiye’nin doğrudan kontrol edemediği bir değişkendir.
İşte bu dış kaynak bağımlılığı Türkiye’nin küresel politik riskler yanında taşıdığı kendine özel ekstra riskliliğinin nedenidir. Bilindiği üzere 2008’de patlak veren küresel ekonomik bunalım sonrasında gelişmiş ülkeler resesyondan çıkabilmek için para politikalarını gevşetmiş, bu ülkelerde faizler düşerken küresel likidite artmış ve biz rahatça dış kaynak bulabilmiştik. Ancak yaz başından bu yana birçok makroekonomik gösterge ve anket verisi gelişmiş ülkelerde ekonomik toparlanmanın başladığına dair işaretler veriyor. Haliyle gelişmiş ülkelerin gevşek para politikalarını daha ne kadar sürdüreceği sorgulanmaya başlandı.
KREDİ İTİBARI
Eğer gelişmiş ülkeler parasal sıkılaştırmaya gider ve gelişmiş piyasalarda faizler artarsa bunun bizim için sorun olacağı açık. Nitekim ağustos ayı başında 213 baz puan olan ve Türkiye’nin kredi itibarının bir göstergesi sayılan 5 yıllık kredi temerrüt takasları (CDS) Ağustos ayı boyunca yükselerek ayı 240 baz puan seviyesinden kapadı. Türkiye’nin borçlanabilmek için ödediği piyasa faizi ile doğru orantılı değişen EMBI+TR göstergesi de yaz boyunca arttı; haziran başında 173 baz puanda olan gösterge Ağustos sonunda 340 baz puana kadar yükselmiş durumdaydı. Ayrıca Euro ile Türk Lirası arasındaki taşıma ticaret (carry trade) getirileri ile Türkiye’deki hisse senedi getirilerinin Avrupa Alanı hisse getirilerine oranı arasında güçlü bir ilişki bulunması bize yabancı yatırımcıların Türk piyasasında likidite ve işlem hacimleri daralmaya başladığında, ‘piyasa iyice kurumadan Türkiye’den çıkalım’ yarışına başlayabileceğini gösteriyor. Bu nedenle de piyasalar son günlerde yine Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) dönmüş ve Başkan Başçı ile ekibinden faiz artırımı yönünde kararlar beklerken Merkez Bankası başkanının kesin bir dille ek parasal sıkılaştırmaya gidilmeyeceğini belirtmiş olmasını eleştiriyor.
MB’NİN KARARLARI
Bence Başkan Başçı ve ekibine fazlaca yükleniliyor. Merkez Bankası sanki faiz artırarak dış kaynağı ülkede tutmaktansa, piyasaya istenildiği kadar döviz likiditesi sağlayarak yabancı yatırımcılara ‘merak etmeyin piyasayı kurutmam, siz de istediğiniz zaman varlıklarınızı satıp paranızı alabilirsiniz’ mesajı vermek istiyor. Yazının başında belirttiğim gibi dünyada sermaye akımları yön değiştirmeye başlarsa Türkiye’deki faiz artırımları ancak geçici bir süre koruma sağlayabilir. Orta ve uzun vadede dış sermayenin yönü Türkiye tarafından belirlenememektedir. Zaten son haftalarda bize göre daha sıkı para politikası uygulayan Brezilya, Endonezya, Hindistan piyasalarındaki kayıpların da bizden pek aşağı kalmaması Merkez Bankası’nın faiz artırmayarak iyi yaptığını düşündürüyor. Hiç değilse Türkiye’ye ek bir maliyet gelmedi ve büyüme baskılanmadı. Dediğim gibi, asıl risk unsuru Merkez Bankası’nın dönemlik kararlarında yanılması değil. Temel risk Türkiye’nin dış kaynağa bağımlı büyüme modeli.
REKABETÇİ EKONOMİ
O halde ne yapmalıyız? Türkiye’de üretim faktörlerinin verimliliğini artırmalıyız. Bunun için de eğitime ve ar-ge’ye daha çok değer vermeliyiz. İnovatif, katma değeri yüksek ürünler üretip ihraç eder hale gelmeliyiz. Kısacası ekonomimizi daha rekabetçi ve üretken olacak biçimde dönüştürmeliyiz. Türk ekonomisinin asıl riski bu dönüşümü konuşmamamız ve günü kurtarma hevesi ile Merkez Bankası’ndan hep parasal cambazlıklar yapmasını beklememizdir.