Prof. Dr. Hasan Ünal - Maltepe Üniversitesi/Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Türkiye, Rusya ve İran arasında kurulan Astana Platformu nasıl Suriye’ye barış götürmek amacına belli ölçülerde hizmet etmişse, Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın da dahil edileceği bir Kahire Platformu da Libya’da Türkiye ve Mısır’ın desteklediği ve birbirleriyle rekabet halinde olan yönetimleri uzlaştırabilir.
Türkiye’nin dış politikayı toparlama hamleleri olağanüstü hız kazanmış durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kahire ile yürütülen normalleşme sürecindeki tıkanıklığı aşmak amacıyla Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah El Sisi ile Katar’da yaptığı görüşme ve ardından kameralar önünde el sıkışması çok önemli bir gelişmeydi; zira bu fotoğraf karesi uzunca bir süre Türk dış politikasına musallat olan ideolojik, duygusal dış siyaset uygulamalarının sonunun geldiğine işaret etmekteydi.
Bu görüşmeyi takip eden günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat ile de görüşebileceğini belirten ısrarlı açıklamaları ve ardından Rusya yetkililerinin iki lider arasında görüşme yapılmasını kolaylaştırabileceklerini belirtmeleri medya mensuplarının tabiriyle gündeme bomba gibi düştü. Yıllardır Türkiye’nin tecrit edilmesine yol açan dış politikanın gözden geçirilerek Mısır, Suriye, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bölge ülkeleriyle ilişkilerimizin normalleştirilmesini ve bu devletlerin bize karşı Yunanistan’la ittifak halinde hareket etmesine son verilmesini savunan birisi olarak sonuçtan fevkalade memnun olmakla birlikte sürecin bu denli hızlı yürümesini beklemediğimi itiraf etmeliyim.
Mısır’la normalleşme
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Mısır lideri Sisi arasında varılan uzlaşma ve bürokrasinin bu doğrultuda atacağı adımlarla birlikte Türkiye-Mısır ilişkileri hızla rayına oturacak gibi görünüyor. Sorunlu ilişkiler döneminde ekonomik ve ticari alanlarda belki çok büyük kayıplar yaşanmamıştı; ama Türkiye’nin Orta Doğu’ya ihracatında Kahire’nin ulaşım ve navlun gibi kritik alanlarda sağladığı avantajlar kaybedilmişti. Ayrıca ikili ilişkilerde dokuz yılı aşkın bir süredir yaşanan siyasi ve stratejik gerginlik yüzünden iki ülke arasında elde edilmesi kuvvetle muhtemel kârdan ciddi kayıplar söz konusu oldu.
Esas zararlar ise politik ve askeri alanlarda yaşandı. Kahire yönetimine karşı Türkiye’nin başlattığı sert içerikli sistematik eleştiriler Mısır ile Yunanistan’ı yakınlaştırdı. Öyle ki, Yunanistan, Kıbrıs Rumları ve Mısır yanlarında İsrail de olmak üzere Türkiye’ye karşı tam bir blok olarak hareket etmeye başladılar. Ankara’nın aynı dönemde ciddi gerginlik yaşadığı Suudi Arabistan ve BAE de bu ülkelere eklenince Türkiye bölgede kelimenin tam anlamıyla yalnızlaştı ve hareket kabiliyeti epeyce daraldı. Suriye ile gergin ilişkiler de bu tabloya dahil edildiğinde, 2020 yılı boyunca yaşadığımız politik/askeri krizlerde açıkça görüldüğü gibi dış politikanın ulusal çıkar esaslı olarak gözden geçirilmesi bir mecburiyet halini aldı.
Mısır’la başlayan uzlaşma sürecinde İhvan ayağının büyük ölçüde sorun olmaktan çıktığı anlaşılıyor; zira geçtiğimiz haftalarda Türkiye ile ilişkileri düzeltme çabalarını ‘şimdilik’ kaydıyla askıya aldıklarını açıklayan Mısır dışişleri bakanı Semih Şükrü buna sebep olarak Türkiye ile Libya konusunda sorunlar yaşadıklarını ifade etmekteydi. Bu konuda belki de yapılması gereken iş Türkiye ve Mısır’ın başını çektiği ama Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın da dahil edileceği bir Kahire Platformu kurmak olabilir. Türkiye, Rusya ve İran arasında kurulan Astana Platformu nasıl Suriye’ye barış götürmek amacına belli ölçülerde hizmet etmişse, Kahire Platformu da Libya’da Türkiye ve Mısır’ın desteklediği ve birbirleriyle rekabet halinde olan yönetimleri uzlaştırabilir. En azından başlangıçta Ankara ile Kahire arasındaki gerginliğin tamamen ortadan kalkmasına katkıda bulunur ve İsrail örneğinde olduğu gibi karşılıklı büyükelçi atanması aşamasına hızla ulaşılabilir.
İsrail ile tam yol ileri
İsrail ile 2009 başında bozulmaya başlayan ve kademe kademe daha da kötüleşen ikili ilişkilerin Şeyh Cerrah olayları sırasında liderler arasında bir söz düellosu şekline dönüşmesine rağmen 2022 yılında hızla normalleşmesi iki ülke arasında bundan sonra nelerin yapılmaması gerektiğini taraflara öğretmiş olmalıdır. Örneğin Türkiye, Filistin meselesinin kendisi açısından bir politika veya dava değil kardeş Filistinliler başta olmak üzere Arap devletlerinin/toplumlarının bir mücadele alanı olduğunu ve bu alana doğrudan dahil olmak yerine onların belirleyecekleri politikalara veya İsrail ile varacakları uzlaşmaya siyasi, diplomatik destek vereceği bir konu olarak görmesi gerektiğini anlamış olmalıdır. Tel Aviv ise Türkiye’yi dışlayarak ve hatta Yunanistan ve Rumlarla Ankara karşıtı bir blok oluşturarak Doğu Akdeniz’de pek fazla bir şey yapılamayacağını kavramış bulunmalıdır. İsrail’de Netanyahu’nun yeniden ve aşırı sağcı bazı grupları da koalisyona alarak başbakan olması bu normalleşme sürecini etkilemeyecektir.
Suriye işi biraz daha karmaşık
Suriye ile de bir normalleşme süreci mümkün; ancak bunun ete kemiğe bürünmesi ve sonuç alıcı hale gelmesi/getirilmesi İsrail ve Mısır ile yaşanan süreçlerden daha farklı ve hatta sancılı bir seyir izleyebilir. Öte yandan sürecin bir Erdoğan-Esat zirvesi ile hızlandırılması da mümkün görünüyor. Bu satırlar kaleme alınırken bir yandan Rusların iki lideri buluşturmak için muhtemelen Putin ile birlikte bir Soçi zirvesi yoğun çaba harcadıklarına dair haberler gelirken ilk sondajlarda Esat’ın böyle bir görüşmeyi reddettiğine ilişkin de ajanslara haberler düşmekteydi. Bu yazı yayımlandığı sırada belki de görüşmenin tarihi ve yeri bile kesinleşmiş olabilir. Rusya’nın bu kadar yoğun çaba sarf ettiği ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da görüşmekten kaçınmayacağını söylediği bir ortamda aksini düşünmek mümkün olsa da zayıf bir ihtimal gibi geliyor.
Suriye ile uzlaşma arayışımızın hızlı sonuçlar verebilmesi için belki de ilk yapmamız gereken empati olmalıdır. Türkiye’nin Şam yönetimini değiştirme amaçlı Batılı politikalara tam destek vermesiyle başlayan ve Batılıların bu politikadan çark ederek Suriye’yi bölmeye yönelmelerine rağmen uzunca bir süre aynı siyasette ısrarlı davranması yüzünden bu komşu ülkenin çok büyük ölçüde zarar gördüğünü düşünerek hareket etmekte fayda olacaktır. Dolayısıyla ilk yapılacak iş kullanılan üslubu değiştirmek olmalıdır. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye Devlet Başkanı Esat ile görüşmekten söz ederken üst düzey yetkililerimizin Şam’daki meşru hükümeti rejim olarak adlandırması, aynı cümlede muhalefetten söz etmesi, bunların uzlaştırılmasına katkıda bulunabileceğimizi ima etmesi ve anayasa sürecinden olumlu sonuçlar beklendiğini söylemesi doğru bir başlangıç olamaz.
Milli-üniter yapıdaki Suriye’nin anayasasının değiştirilmesi istemek/beklemek Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla zaten uyumlu değildir. İçinde otonom bölgeler barındıran bir anayasal yapıya sürüklenmesi hem Suriye’yi ilerde bölünmeye götürebilir hem de bizim desteklediğimiz grupların Türkiye kontrolünde otonom yapılar olarak korunmasını isterken PKK/PYD’nin de otonomi elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olmuş oluruz. Dolayısıyla Suriye’yi yeniden yapılandırma amaçlı eski politikanın bütün unsurlarını bir kenara bırakarak ulusal çıkarları esas alan yeni bir siyaset oluşturmak ve ona uygun bir söylem geliştirmek zorundayız. Türkiye’nin Suriye konusundaki ulusal çıkarları sığınmacıların Şam hükümeti ile tam bir işbirliği içinde ilk adreslerine geri gönderilmesinin temininden ve Adana Mutabakatı’nın güncellenerek yeniden uygulamaya konulmasından ibaret olmalıdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi ile Dünya Kupası’nın açılış töreni için gittiği Katar’da el sıkışması Türkiye ve çevresindeki siyasi hamlelerin yeniden gözden geçirilmesine neden oldu.
Özel temsilci formülü
Suriye tarafının en büyük endişesi Türkiye’nin önce IŞİD sonra da PKK/PYD tehdidini bertaraf etmek üzere girdiği topraklarda kalıcı olacakmış gibi bir görüntü sergilemiş olmasıdır. O bölgeler terörden arındırıldıktan sonra Suriye ile idari ve hatta güvenlik alanında işbirliği yapılarak buralara Şam hükümetinin vali, kaymakam vd yetkililer tayin edip okulları Suriye eğitim sistemine entegre etmesi gibi girişimler yapılsaydı belki bu endişeler en aza indirilmiş olurdu. Bütün bunlar şimdi de yapılabilir. Türk güvenlik güçlerinin koruması altında Suriye idari makamlarının yavaş yavaş ve sığınmacıların ilk adreslerine gönderilmesine paralel olarak bu bölgelere davet edilmesi ve arada koordinasyon kurulması düşünülebilir. Böyle bir girişim, yapmayı düşündüğümüz kara harekâtına yönelik olarak Suriye ve hatta Rusya tarafının endişelerini azaltmaya da katkıda bulunabilir; çünkü terör gruplarından arındırılacak topraklarda Türkiye güvenlik alt yapısı oluştururken Suriye makamları da aynı bölgeleri kendi sistemlerine tam entegre etmeye başlayabilirler.
Bütün bu çabalar için Cumhurbaşkanı Erdoğan bir Suriye Özel Temsilcisi tayin ederek kendisinden kurumların faaliyetlerini tek elden koordine etmesini isteyebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tam olarak güveneceği saygın ve karşı taraf nezdinde itibarlı bir eski siyasetçi veya benzeri bir şahsiyet sürecin hızlanmasına katkıda bulunabilir. Ayrıca gayri resmi diplomasi (Track Two) de epeyce işe yarayabilir. Hatta neredeyse her aileden insan kayıplarına uğrayan Suriye halkının yaralarının kapanmasına yardımcı olacak politik psikolojik çalışmalara da ihtiyaç duyulacaktır.
Unutmamak gerekir ki, bu normalleşme süreçlerinin liderler diplomasisi yoluyla başlatılması ve ilk çerçeve uzlaşmaların liderler yoluyla sağlanması çoğu zaman sonuç vermiştir ve burada da verebilir. Liderler üzerinden yürütülecek bu tür diplomatik süreçler uzun yıllar boyunca hasmâne ilişkiler içinde olan ülkelerin bürokratik yapılarında biriken uzlaşma karşıtı enerjilerin nötralize edilmesini sağlar. Örneğin 29 Eylül 2021 tarihinde ve o zamanın şartlarında adeta aniden gerçekleşen Erdoğan-Putin zirvesi Türkiye’nin Ukrayna krizinde taraflara yönelik olarak izlemekte olduğu dengeli/dikkatli politikanın çerçevesini oluşturmuştur.
Yunan lider Venizelos’un 1929 yılında Büyük Taarruz’dan yani Yunanistan için Küçük Asya Felaketi olan yenilgiden sadece yedi yıl sonra başlattığı ve Atatürk’ün olumlu karşılık vermesiyle ciddi bir yakınlaşmaya ve ittifaka dönüşen Türkiye-Yunanistan dostluğu liderler sayesinde olmuştur. Mısır lideri Enver Sedat’ın 1973 Arap-İsrail savaşında Mısır silahlı kuvvetlerinin gösterdiği başarıyı da arkasına alarak başlattığı cesur girişimler Camp David antlaşmalarını getirmiştir. Şimdi de bir Erdoğan-Esat zirvesi yaşanan sancılı süreci geçmiş haline döndürebilir. Bunun Türkiye’nin çıkarlarına çok büyük ölçüde hizmet edeceğini Yunanistan’ın tavır ve tepkilerinden anlamak mümkündür. Türkiye’nin İsrail, Mısır ve şimdi de Suriye ile uzlaşmasından Atina’nın ciddi endişe duyduğunu göstermesi adeta Ankara’nın yaptığı dört işlemin doğruluğunun sağlaması gibi düşünülmelidir. Bu normalleşme hem Doğu Akdeniz enerji denkleminde Türkiye’yi tam bir oyun kurucu haline getirecek hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bölge ülkelerinin bazılarınca tanınması örneğin Suriye bazılarınca ise tanınıyormuş gibi örneğin uçuşların serbest bırakılması, doğrudan ticaret ve hatta konsolosluk ilişkilerine benzer ofisler açılması vs ilişki kurmalarını da beraberinde getirecektir.