Dil; düşüncenin, günlük sosyal ve mesleki hayatın anahtarıdır. Bu bakımdan, hemen her konudaki duygu ve düşüncelerimizin ifadesinde, eğitim öğretim programlarında bilgilerin aktarılmasında, çocuklarımızın, gençlerimizin bilim, kültür ve sanatta gerçekçi ve akılcı çizgide seçkin bireyler olarak yetiştirilmesinde, siyasilerin ve idarecilerin de geniş kitleleri ikna etme, yönetme ve yönlendirmesinde birinci derece anlaşma aracı olarak ayrıcalıklı işlevi ve üstün niteliği ile dilin taşıdığı önem, öncelik ve değer, her türlü takdirin üstündedir.
Diğer yandan, toplumsal bilincin uyandırılıp yerleştirilmesinde, ulus-devlet olarak varlığımızın sonsuza kadar sürdürülmesinde bağlayıcı, birleştirip bütünleştirici en aktif unsurun dil ve bu bağlamda üst kimliğimizin anlaşım aracının “Türkçemiz” olduğu gerçeğini de her zaman hatırda tutmamız gerekmektedir.
Anlaşılır bir dil
Karşılıklı saygıya, sevgiye dayalı şekilde toplumsal barışın, huzurun, ulusal birlik ve bütünlüğün sağlanmasında, milletçe kalkınıp yükselmenin temelinde, özünde; her yerde ve her zaman dilin anlaşılır olarak doğru ve güzel bir şekilde kullanılması gerçeğinin yattığı, asla unutulmamalıdır.
Ünlü Çin filozofu Konfüçyüs’ün, “Bu ülkeyi yönetecek olsanız, işe önce nereden başlardınız?” sorusuna verdiği şu cevap, öteden beri, bu konuda son derece anlamlı bir gerçeğin ifadesi olarak kabul edilir:
“ İşe, önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü, bir insanın ve milletin dili bozulursa, kimse düşüncelerini anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, görevler ve yapılması gereken işler iyi yapılamaz. İşler iyi yapılamaz, görevler hakkıyla yerine getirilemez ise, ülkenin töresi, toplumsal düzeni bozulur. Töre ve düzen bozulursa, hukuk; hak ve adalet yoldan çıkar. Hukuk; hak ve adalet yoldan çıkarsa, halk şaşkınlık içine düşer; ne yapacağını, kime başvuracağını, kimden hakkını alacağını ve memleketin nereye gideceğini, kötüleşen durumların, bozulan işlerin nasıl düzeleceğini bilemez. Sonuçta ülke perişan olur, millet bölünüp parçalanır, dağılır gider. Bunun içindir ki, ben iş başına gelsem, önce dili düzeltirim. İnsan ve millet hayatında hiçbir şey, dil kadar önemli ve öncelikli değildir!”
Dil bir sığınak
Bu çerçevede, dil ile onu kullanan millet fertleri arasında sıkı ve kopmaz bir bağ vardır. Çünkü dil; onun sahibi olan insanların dünya görüşüne, inançlarına, hayata bakış tarzına, kültür ile medeniyet anlayışına, nihayet zevkine göre şekil, anlam ve derinlik kazanır. Her millet, kendi dilini bunlara göre yaratır. Kelimeler, sözler; akıldan geçenlerin, niyet ve kararların, hattâ bilinçaltındaki bazı birikim ve gerçeklerin de işaretleri, göstergeleridir. İşte onun içindir ki, insan neyi düşünüyor, söylüyor ve yapıyor ise, kendisi de odur.
Öte yandan dil, ünlü Alman filozofu Heidegger’in de işaret ettiği gibi; “insanın, içine sığındığı evi gibidir.” Dolayısıyla, ev gibi dil de insanı, kendi kendisi olmak yolunda bütünüyle kucaklar, onu varlığının bilincine ulaştırarak korur ve kollar. Varlık bilincine ulaşmak ise, hiç şüphesiz herkesin, insan olarak taşıdığı değerin ve yüklendiği sorumlulukların farkına varması, devamlı şekilde farkında olması, özetle “farkındalık” demektir. Herkes kullandığı kelimelerle, kendisi için kendi içinde bir dünya kurar ve bu dünya, onun sığındığı evi gibidir. Böylece sonuçta, kullanıldığı şekliyle dil, insanın kendi kendisi olur.
Dil duyarlılığı
İşte onun için, milletçe birleşip bütünleşmemiz yolunda en büyük değeri oluşturan Türkçe’ye ayrı bir önem veren Atatürk; onu, milliyetçilik ilkesinin, ulusal birliğin ayrılmaz bir parçası görmüş ve “kutsal bir hazine” kabul etmiştir. Buna göre; doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi ile bir bütün halinde millet olarak varlığımızı korumak, üst kimliğimizin en başta gelen ögesi Türkçe’yi sahiplenmekle eşdeğerdir. Alt kimliği oluşturan çeşitli dil ve kültür grupları ise, ulusal mozaiği zenginleştiren üniteler şeklinde kabul edilmeli ve ona göre gündeme alınarak değerlendirilmelidir. Atatürk’ün “millÓ şuur” adını verdiği “ulusal bilinç”in oluşmasında ve sonsuza kadar yaşatılmasında, “milliyeti yapan her şeyin dil sayesinde korunduğu” ve gene O’nun ifadesiyle, “Türk dilinin, Türk milletinin kalbi, aklı ve düşüncesi olduğu” gerçeği göz ardı edilmeden, herkesin dil duyarlılığına sahip bulunması; özet olarak dilini yaşaması ve yaşatması gerekir.
Canlı bir varlık
Dünyanın her tarafında dil; doğru, güzel ve anlamlı bir şekilde kullanılarak gelişen; kötü, yanlış kullanımlarla ise körelen, kısırlaşan ve sonuçta, öz benliğini, hatta giderek işlevini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan canlı bir varlıktır. Bu bakımdan onun, “ifade mükemmeliyeti” dediğimiz doğru, düzgün, anlaşılır bir biçimde kullanılması yolunda bilim adamlarına, öğretmenlere, gazetecilere, dergi ve kitap yazarlarına büyük görevler düşmektedir.
Dilin, estetik ölçüler içerisinde bütün nüansları, güzellik ve özellikleri ile sergilendiği yerler ise, öncelikle edebÓ eserlerdir. Bunlar, milletin ve giderek insanlık ailesinin akıl, gönül ve ruh dünyasına ait ortak duyuş ve düşünüşün ifadesi seçkin çalışmalar bütünü olmak ve sonuçta buna göre değerlendirilmek durumundadır. Ortaya koydukları eserlerle, söz gelimi bir Mevlâna’ın, Yunus Emre’nin, Dante’nin, Goethe’nin, Karacaoğlan’ın, Orhan Veli’nin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın... yaptıkları, işte budur!
Dilin sözlü olarak ifade edilme noktasında da, “ses ahengi” denilen bütün müzikalitesi, yani özelliği ve inceliği ile yaşatılması, korunup geliştirilmesi son derece önemli ve hatta gereklidir. Bunun için de gene öğretmenler, akademisyenler ile ses, tiyatro, dublaj (sinema ve televizyonda seslendirme) sanatçıları ve her gün geniş kitlelere haber, program sunan spikerler büyük sorumluluk taşımaktadırlar. Bu kimseler, dile gereken dikkat ve özeni göstermemeleri durumunda, önemli bir günahı yüklenmek demek olan “vebal” altındadırlar.
Bunlarla bütünleşen bir çizgide, “Siyasetçi ve Dil Gerçeği” ise, ayrı bir yazının konusudur. Ona da ileride yer vermeyi düşünüyoruz.
Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN
1945 yılında Denizli’de doğdu. 1968’de, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nü ve İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı’nda 1977’de Doktor, 1982’de Doçent, 1988’de Profesör oldu. Yayımlanmış 35 kitabı ile yurtiçinde ve yurtdışında çıkmış, ulusal ve uluslararası toplantılarda dil, edebiyat, kültür ve sanat konularında sunulmuş 200’e yakın makalesi ve bildirisi bulunmaktadır. Kitaplarından bazıları şunlardır: Ziya Paşa, Ank.1987; Namık Kemâl, Ank.1987; Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Romanları ve Romanlarında Şahıslar Kadrosu”, Ank.1987; Şair Eşref, Ank.1988; Yeni Türk Edebiyatı Metinleri-I-” İst. 1987; Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ank. 1990.