Yapılan araştırmalara göre Alzheimer, 65 yaşından sonra yakalanmaktan en çok korkulan hastalık. Uzmanlar, karşılaşılan vakaların yüzde 60’ının genetik değil, yaşam tarzından kaynaklandığını belirtiyor
Alzheimer, artık bütün dünyada sokaktaki sade vatandaşın bile bildiği bir hastalık. Fakat Alois Alzheimer çok az kimsenin bildiği bir isim. Alois Alzheimer 1864-1915 yıllarında yaşamış bir Alman nöropsikiyatristi ve patoloğu. Yayımladığı dünyadaki ilk olgu nedeniyle ismi bu hastalığa verilmiş bilim insanı. Alzheimer ölmeden önce, isminin 100 yıl sonra bu kadar yaygın bilineceğini tahmin edemezdi. Ölümünden sonra yapılan törenlerde, gazete ilanlarında ve yazılarda kendisinin böyle bir hastalığı tanımladığından tek bir söz dahi edilmemişti. Hatta en yakın çalışma arkadaşları, hastalığa bu ismi veren hocası Emile Kraepelin bile bu konuda suskun kalmıştı. Çünkü o yıllar böyle bir hastalığın gerçek varlığından herkes kuşkulu idi. Alzheimer’i, insan ömrünün uzaması ve olgu sayısının artması ünlendirdi. Eğer insan ömrü uzamasaydı, Alzheimer hastalığı tıp literatüründe ender rastlanan ilginç bir hastalık olarak kalacaktı.
Son yıllarda Alzheimer’le ilgili artan çalışmalar, zenginleşen tıp literatürü, internet sayfaları ve medya sayesinde birçok kişi hastalık hakkında az-çok bilgi sahibi oldu. Bunları tekrarlamanın gereği kalmadı. Fakat son zamanlarda hastalığın teşhisi, tedavisi, hastalıktan korunma hakkında da biriken bir bilgi birikimi var. Bu yazının amacı bu bilgiyi paylaşmak.
Erken tanı koymak mümkün
Daha önce, başka nedenlerle ölen kişilere yapılan beyin otopsilerinden elde edilen bulgular, belirtiler ortaya çıkmadan yıllarca önce hastalığın beyinde başladığını göstermişti. Son çalışmalar bu bulguyu doğruladı. Hastalığa neden olduğu düşünülen toksik proteinler, bellek bozukluğu gibi hastalık belirtileri ortaya çıkmadan 15-20 yıl önce beyinde birikmeye başlıyor. Bu uzun süre beyin, hastalığa direnebiliyor ve bulguların meydana çıkmasını önlüyor. ‘Klinik öncesi’ denen bu sürede bu değişiklikleri, hasta hayatta iken, son yıllarda geliştirilen laboratuvar testleri ile ortaya koymak mümkün hale geldi. Başka bir ifade ile kimin 10-15 sene sonra Alzheimer olacağını saptamak olası. PET, MR, beyin-omurilik sıvısı incelemeleri ve genetik çalışmaları bu konuda kullanılan laboratuvar testleri. Bunlar pahalı metotlar. Halen kesin tedavisi olmayan hastalıkta bu testler sadece ilaçla tedavi araştırmalarında kullanılıyor. Ayrıca tükrük, koku ve göz muayeneleri gibi daha ucuz ve kolay yöntemlerle hastalığın erken teşhisi için yapılan çalışmalar var. Eğer Alzheiemer’in bir tedavisi bulunursa bu konu önemli hale gelecek.
ABD’de yapılan bir ankete göre insanlar, Alzheimer hastalığının ciddiyetini biliyor fakat çoğu kişi hastalığa yakalanma kötü şansı hakkında bilgi sahibi olmak ve hastalıktan korunmak için gerekli önlemleri almak için adım atmıyor. Bellek bozukluğuna yakalanmak veya sevilen bir yakının Alzheimer olma ihtimali, inanılması çok zor bir durum olarak kabul ediliyor. Diğer bir araştırmaya göre Alzheimer, 65 yaşından sonra yakalanmaktan en çok korkulan hastalık. Kanser ve felçden önde geliyor. Alzheimer’le ilgili büyük endişe saptanıyor fakat inkâr, korku veya bilinmeyen faktörler, hastalıkla ilgili gerekli adımları atmayı engelliyor. Bireylerin kötüye gidişi nedeniyle Alzheimer’i düşünmek bile istemiyor. Bazı kişiler ise uzun süreli bakım sigortası yaptırmak, ömür sonu kararları almak yönünden risklerini öğrenmek istiyor. Bu tamamen kişisel bir karar ve bu konuda hangisinin en doğru olduğunu söylemek zor.
Hastalıktan korunmak olası
Genetik tipte korunmak mümkün değil. Aksine genetik olmayan, yaşlılarda ortaya çıkan ve en sık karşılaşılan tipte hastalığın belirtilerinin başlangıcını birkaç sene geciktirmek olanaklı. Hastalığın başlangıcını 5 yıl geciktirmek dünyadaki Alzheimer’li sayısını yarı yarıya düşürecektir. Kişilerin hastalık değişikliklerinin kötüleştirici etkilerine karşı direnme kapasitesi farklı olabilmekte. Alzheimer’in bu değişikliklerine karşı dayanma gücüyle ilişkili faktörlerin belirlenmesi, hastalığın önlenmesinde önemli. Genetik olarak benzer yapıya sahip tek yumurta ikizlerinde yapılan çalışmalar Alzheimer hastalığı riskinin yüzde 60’ının genlerden değil, yaşam tarzından geldiğini gösterdi.
2015’te Finlandiya’da, zihinsel yıkım riski taşıyan yaşlı kişilerde yapılan araştırmada, fiziksel egzersiz, diyet, zihinsel aktivite ve yüksek kan basıncı, diyabet, obezite gibi damarsal (vasküler) risk faktörlerine karşı önlem ile bilişsel skorlar yüzde 25 oranında iyileşme gösteriyor. Bulgular yaşam tarzı değişikliklerinin, bellek problemi ortaya çıkmadan riski azaltabildiğine işaret ediyor. Çalışma aynı kalp-damar hastalığı veya diyabet gibi bunamayı da kısmen önlenebilir hastalıklar arasına sokuyor. Elde edilen faydalar Alzheimer hastalığının başlangıcını orta derecede geciktirebilir. Ünlü İngiliz dergisi ‘The Lancet’ Nöroloji komisyonu Nisan 2016’da yayımladığı deklerasyonda, koruyucu faktörleri uygulamanın orta yaşta başlaması gerektiğini ve yüksek kan basıncı, obesite, fiziksel hareketsizlik ve sağlıksız diyet gibi Alzheimer dahil birçok demans ile kalp hastalığı ve inmeye neden olan faktörlerin düzeltilebileceğini belirtiyor. Orta yaşlarda sağlıklı yaşam tarzını uygulamak,ileri yaşlarda genel sağlığın iyileştirilmesine yardımcı olacaktır.
Aşı tedavisi
1990’larda başlatılan, hastalığa neden olduğu düşünülen beta amiloidtoksik proteininin beyinden temizlenmesine yönelik aşı tedavisi başarısızlıkla sonuçlandı. Tedavi uygulanan bazı hastalara öldükten sonra yapılan beyin otopsisinde beta amiloidin beyinden temizlendiği (yani amaca ulaşıldığı) gözlendiyse de hastaların durumunda hiçbir iyilik olmadı. Daha sonra yapılan tedavi girişimlerinde de sonuç alınamadı, milyonlarca dolar çöpe gitti. Bu durumu değerlendiren araştırmacılar, hastalık başladıktan ve ilerleyip sinir hücrelerinde harabiyet olduktan sonra yapılan tedavilerden sonuç alınamayacağına karar verdi. Halen tedavi çalışmaları Alzheimer riski taşıyan fakat hastalık belirtilerinin başlamadığı kişilerde erken devrede yürütülüyor. Alzheimer olması kesin olan genetik yüklü kişilerde erkenden tedavi deneniyor. Bu tedavilerin sonuçları merakla bekleniyor.
Son söz: Alzheimer’den korkmayın, korunun!
Prof. Dr. Kaynak Selekler
Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Kaynak Selekler, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim dalında öğretim elemanı olarak 42 yıl çalıştıktan sonra 2010 yılında emekli oldu. Bunamalar, alzheimer hastalığı, konuşma bozuklukları ilgi alanıdır. Akademik ortamlardaki faaliyetleri yanında, alzheimer hastalığı konusunda toplumu bilgilendirici/bilinçlendirici konferanslar verdi, medya yayınlarına katıldı. Alzheimer Orta Yaşta Başlar kitabı 2012’de ALFA Kitapları tarafından yayımlandı.
TEMEL BİR ÇAĞDAŞLIK KRİTERİ: LAİKLİK
Ülkemizde laiklik kadar sık ve gerilimli gündem oluşturma potansiyeline sahip başka bir Cumhuriyet ilkesi ve anayasa maddesi yoktur. Ancak laiklik, kabul tarihi olan 1937’den bu yana şimdiki Meclis Başkanı’nın söz konusu önerisiyle sebep olduğu kadar boş yere gündem olmamıştır
TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın çok talihsiz, ‘laiklik anayasada yer almasın’ önerisiyle laiklik Türkiye’de bir defa daha ciddi gündem oluşturdu. Ülkemizde laiklik kadar sık ve gerilimli gündem oluşturma potansiyeline sahip başka bir Cumhuriyet ilkesi ve anayasa maddesi yoktur. Türkiye bilhassa çok partili demokratik hayata geçilmesinden itibaren laiklik tartışmalarıyla çok büyük zaman ve enerji harcamıştır. Duayen Prof. Kemal Karpat’ın yaklaşık on beş yıl önce yaptığı, “Türkiye, entelektüel enerjisinin yüzde 75’ini laiklik tartışmalarında harcıyor” tespiti çok doğrudur.
Fakat bütün olan bitene rağmen laiklik, kabul tarihi olan 1937’den bu yana şimdiki Meclis Başkanı’nın söz konusu önerisiyle sebep olduğu kadar boş yere gündem olmamıştır. Çünkü Türk laikliği özellikle son yıllarda dayatmacı uygulamalardan arındırılmış; üzerinde çok geniş kesimlerin mutabakatı sağlanmış; toplum büyük ölçüde sükûnete kavuşmuştu. Stabil bir konjonktür egemendi.
İlk olması tepki nedeni
İsmail Kahraman, insanın nasıl niteleyeceğini bilemediği mahut önerisiyle bu sükûneti berhava etmiştir. İsmail Kahraman’ın önerisinin bu kadar tepki çekmesinin sebebi bir ilk olmasıdır. Cumhuriyetten sonraki bütün anayasalarda ve hukuki metinlerde devletin en temel ilkesi olma özelliğini ve ayrıcalığını hep korumuş olan laiklik, üzerinde zaman zaman çok büyük tartışmalar yaşanmasına rağmen böyle bir öneriyle daha önce hiç karşılaşmamıştır. Laikliğin, cumhuriyetin ve demokrasinin vazgeçilmez bir ilkesi olmasına daha önce hiç itiraz olmamıştır. Laiklik tam da bu nedenle Türkiye’de devletin ve toplumun temel ayarlarından biri haline gelmiştir. İşte bu esası özgürleştirme, demokratikleştirme amaçlı değil de onu ilga ve imha etme amaçlı bir girişim Cumhuriyetin, dolayısıyla ülkenin ayarlarıyla oynamak sayılmıştır.
Laikliğin özü ve ruhu şu iki esastır:
1-Devletin din kurallarıyla yönetilmemesi, din kurallarıyla yönetilmeyen bu devletin toplumda mevcut bütün din, inanç ve mezhepler karşısında tarafsız ve hepsine eşit mesafede olmasıdır.
2-Bu anlamdaki laik devletin din ve vicdan özgürlüğünün gereği olarak vatandaşlarının din, mezhep, inanç ve inançsızlık konularında birbirlerine karşılıklı saygı göstermeleri için gerekli düzenlemeleri yapmasıdır.
Bu iki şartın yerine getirildiği her devlet ve toplum laiktir ve bunların dışındaki her şey yoruma ve zamana ve zemine göre yeni düzenlemelere açıktır. Laiklik, din ve inanç özgürlüğü kadar inancın dışavurumu ve yaşanması olan dindarlığın da güvencesidir. Bu sistemde isteyen, kimseye din ve dindarlık empoze etmeden dilediği kadar dindar olabilir.
‘Çoğunluk uzlaşmış’
Laiklik, yüzyıllarca süren vicdan, din, inanç ve kanaat özgürlünü sağlama çabaları sonunda keşfedilmiş son derece akılcı, o ölçüde değerli ve tutarlı bir formüldür. Bu formül, iyi uygulandığı her ülkede dinler, inançlar ve dindarlar arası saygı ve hoşgörünün zemini olmuştur. Laiklik; din, inanç, mezhep ihtilaf ve çatışmalarını önlemenin bilinen en doğru adresidir ve din ve inanç özgürlüğünün bugün için alternatifsiz temel aracıdır. Bu yüzden de günümüz dünyasında uygarlığın, çağdaşlığın, modernliğin en belirleyici, en ayırt edici kriteridir. Türkiye’yi diğer bütün Müslüman ülkelerden farklı, üstün ve çağdaş kılan da bu esastır. Dindar/muhafazakâr bir gelenekten gelen Tayyip Erdoğan 2011 yılında Başbakan olarak Mısır’a yaptığı ziyarette Türkiye’deki işte bu tecrübeye dayanarak Müslüman ülkelere laikliği benimsemeleri tavsiyesinde bulunmuştur.
Günümüz Türkiyesinde marjinal kişi ve gruplar hariç artık hiç kimse laiklik olmasın demiyor. Laikliğin gerekliliğinde ve öneminde büyük çoğunluk uzlaşmış bulunuyor. Türk halkı ile yapılan bütün anketlerde, kamuoyu yoklamalarında laikliği benimseyenlerin veya laiklikle bir sorunu olmayanların oranı yüzde doksanlarda çıkmaktadır. Bu Türk laikliğinin başarısıdır.
Türkiye’nin en önemli hedefi, özgürlüklerin önünü açarak çoğulcu ve katılımcı demokrasiye ulaşmak olmalıdır. Bu demokrasinin erdemi farklılıkları eritmek, yok etmek değil, barış ve uzlaşma içinde birlikte yaşatmaktır. Bu başarıyı sağlamada laiklik demokrasinin en büyük desteğidir. Kişiler ve toplumlar demokrat olmadan laik olabilirler; bunun kişi ve kurum bazında ülkemizde, toplum bazında dünyada örnekleri çoktur. Ama ne bireyler ne de toplumlar laik olmadan demokrat olamazlar. Bir insan, ‘ben demokratım!’ diyorsa o aynı zamanda laiktir.
İsmail Özcan
Eğitimci/Yazar
İsmail Özcan, Kastamonu’da doğdu. 1970 yılında İlahiyat fakültesinden mezun oldu ve öğretmen olarak göreve başladı. İstanbul’un resmi ve özel ortaöğretim kurumlarında 41 yıl fiilen öğretmenlik yaptıktan sonra emekli oldu. İsmail Özcan’ın din, dil ve edebiyatla ilgili 15’ten fazla yayımlanmış kitabı bulunmaktadır. 1985-2000 yılları arasında 8 yıl Milliyet’e, 5 yıl Posta’ya, 3 yıl da Sabah’a Ramazan yazıları yazdı. 1991’de Milliyet’e 400 sayfalık bir İslam Ansiklopedisi, Sabah ve Günaydın gazetelerine de bir düzine kitap ilaveleri hazırladı. Şimdilerde çeşitli ulusal gazetelere ara ara yazılar yazmakta ve kitap çalışmalarına devam etmektedir.
Bu Ülkede Yapılabilecek En Büyük Devrim: Başkanlık Sistemi
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana yaklaşık doksan yıldır yürürlükte olan parlamenter sistem pek çok sorunlara yol açmış, pek çok bedeller ödetmiş iken son çeyrek asırdır zaman zaman özellikle iktidar partileri tarafından başkanlık sistemi tartışmaya açılmıştır. Hatırladığım kadarıyla bunu ülke gündemine ilk getiren merhum Turgut Özal olmuştur. Daha sonra kısa bir süre yine merhum Süleyman Demirel telaffuz etmiştir. Ve son olarak mevcut Cumhurbaşkanı Erdoğan, öncekilerden çok daha hararetli bir şekilde konuyu siyaset gündeminde daha ilk günden itibaren her dem canlı tutmaktadır.
Bütün bu zevatın başkanlık sistemini gündeme getirişleri hemen hemen hep aynı biçimde iktidar koltuğunda, yürütme makamında, hükümet ve devlet işlerinin tenviri esnasında karşılaştıkları bürokratik zorluklar, tıkanıklıkları bizzat yaşamaları veya gözlemlemeleri ile ortaya çıktığı söylenebilir. Meselenin gündeme taşınması bu şekilde hep iktidar partileri tarafından olması, muhalefet tarafından başkanlık sistemine karşı hep kuşku duyulmasına, güvensizlik gösterilmesine ve nihayet tepki ile karşılanmasına yol açmıştır.
Güzel örnekler görülmeli
Oysa başkanlık sisteminin parlamenter sistem karşısındaki üstünlüğü en yalın en basit, tamamen düz mantıkla herkesin kabul edebileceği temel öğelere dayanmaktadır. ‘Suiemsal, emsal değildir’ meşhur deyişini hatırlarsak, yani kötü örnek, örnek olamaz diyorsak, dünya üzerindeki sadece isim olarak başkanlık diye anılan, fakat özünde otoriter, totaliter, diktatör olan örneklere bakıp, başkanlık sisteminin güzel örneklerini göz ardı etmek, ötelemek, ülke gündeminden düşürmek bu ülkeye, ülke insanına iyilikten çok kötülük yapmak anlamına gelir. Türkiye’de şu an yürürlükte olan mevcut sistem parlamenter sistemdir ve bu ülkede pek çok kişi mevcut cumhurbaşkanının şu anki uygulamalarını veya yakın zamana kadarki başbakanlığını diktatörlükle tavsif etmiştir, etmektedir. O halde yönetimdeki kişi eğer diktatoryal eğilimler taşıyorsa sistemin parlamenter ya da başkanlık olması bir şeyi değiştirmiyor demektir. İsterseniz düz mantıkla başkanlık sisteminin bu ülkeye getireceği avantajları bıkmadan usanmadan bir kere daha sıralayalım.
Başkanlık sisteminin ilk ve en önemli avantajı yürütmeyi tek elde toplaması, devlet başkanı ve hükümet başkanının aynı kişi tarafından temsil edilmesidir. Bu husus, devlet yönetiminde başlı başına bir bürokratik tasarruftur. Bu hem zaman, hem maliyet ve hem de etkinlik bakımından devlet işleyişinde önemli bir avantajdır.
Düzenli seçim dönemi
Başkanlık sisteminde seçimlerin düzenli olarak 4 veya 5 yılda bir yapılması bir diğer önemli avantajdır. Parlamenter sistemde ara seçim, erken seçim gibi düzensizliklerin ülke gündeminde hem siyasi hem ekonomik olarak ne nedenli büyük zaman, emek ve kaynak israfına yol açtığını anlamak için kâhin olmak, dahi olmak, süper zekâ sahibi olmak gerekmez, düz mantık yeterlidir.
Başkanlık sisteminin üçüncü özelliği seçilen kişinin tamamen kendi inisiyatifi ile kabineyi oluşturmasıdır. Parlamenter sistemde olduğu gibi parlamentoda kimi zaman, belki Türkiye örneğinde olduğu gibi çoğu zaman, ayak oyunları ile hükümetin iktidar çoğunluğunu kaybetmesi, güven oylaması ya da oyalaması, hükümetlerin düşürülmesi söz konusu olmayacaktır. Bunun kötü örnekleri Türk siyasi tarihinde pek çok defa görülmüştür. Bakınız yetmişli yıllardaki güneş motel görüşmeleri, milletvekili pazarları, onbirler olayı, 28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetinin düşürülmesi, yakın zamanlarda 367 krizi hep bunlara örnektir. Bu tür olaylar ülkeye zaman, emek ve enerji kaybettirmiştir.
Başkanlık sisteminin dördüncü ve belki çok önemli bir başka özelliği kuvvetler ayrılığı ilkesinin en iyi biçimde tezahür edebileceği bir sistem olmasıdır. Binlerce yıllık insanlık tarihinin gelip dayandığı 21. yüzyılın bu ilk çeyreğine kadar yaşanan tüm deneyimlerin insanlığa kazandırdığı ideal yönetim biçiminde yargı, yasama ve yürütme adı verilen üç erkin birbiri karşısında bağımsız ve eşit olması birbirilerine karşı denge ve denetimden sorumlu olmasıdır, yani kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Adalet mülkün temeli ise, adalet herkese ekmek, su, hava kadar elzem ise bunun garanti edilebileceği yegâne sistem başkanlık sistemidir. Parlamenter sistemde zayıf bir parlamento aritmetiğine dayanan hükümetler 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, şu ya da bu vesayetin elinde bir oyuncağa dönüşmektedir. Dikkat ediniz burada oyuncağa dönüşen nesne millet iradesidir. Tersine çok güçlü bir tek parti iktidarında ise yasama, yürütme, oradan yargıya uzanan orantısız güç sayesinde bir başbakan bütün bir sistemi kendi vesayeti altına alabilir.
70’e yakın hükümet
Sonuç olarak, sayılan bu dört önemli özellikten dolayı başkanlık sistemi siyasi istikrar, siyasi istikrar ekonomik istikrar, ekonomik istikrar ise iktisadi büyüme, düşük enflasyon, azalan işsizlik, kalkınan bir ülke, mutlu ve müreffeh bir ulus demektir. 90 yıllık cumhuriyet tarihinde neredeyse 70’e yakın hükümet kurulmuştur. Her bir hükümetin ortalama ömrü bir buçuk yıl bile değildir. Tek başına bu gerçek dahi parlamenter sistem adına bırakınız bir başarısızlık hikâyesi olmasını, başlı başına bir rezalet bir utanç kaynağıdır.
Ak parti hükümetlerinin hatasıyla sevabıyla bu güne kadar ülke için millet için pek çok hizmeti olmuştur. Sistem tartışmaları bağlamında bu 14 yıllık iktidar, başkanlık sistemi davasında samimi ise, bunu başarabilirse, böylesine bir devrim bu ülkeye yapılan ve yapabilecek en büyük hizmet, en büyük başarı olacaktır.
Prof. Dr. Murat KARAGÖZ
Yıldız Teknik Üniversitesi