Prof. Dr. Sami Selçuk (Hukukçu)
Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) iki kez gösterdiği altı adayın hepsi, uzun adıyla “AİHM Yargıçlarının Seçilecek Adaylar Konusunda Uzmanlar Danışma Kurulu”nca kısa adıyla “Danışma Kurul”nca (Panel consultatif ) reddedilmiştir.
İlk kez 2009 yılının sonlarında hukuki olarak gündeme gelen ve oluşturulan söz konusu Danışma Kuruluna dönemin Sayın Başbakanınca aday gösterilmiş ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisince seçilmiştim. Ocak 2010 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Başkanlığına seçilen şimdiki Dış İşleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’ndan başarı dileklerini içeren ve beni yüreklendiren bir kutlama yazısı da almıştım. Sayın Bakan bununla da yetinmemiş, ayrıca telefonla da başarı dileklerini iletmişti
Danışma Kurulu yedi kişiden oluşuyordu. Benimle birlikte seçilenler arasında AİHM Eski Başkanı Wildhaber, İrlanda Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Murray, Rusya Anayasa Mahkemesi Başkanı Zorkin, Polonya Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Bayan Gonera, AİHM eski yargıçlarından Finli Pellonpaa İle Alman hukukçu Jaeger de bulunuyordu. Şubat 2011 yılında yapılan ilk toplantıda değerli hukukçu Wildhaber’i başkan, İrlanda Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Murray’ı başkan yardımcısı seçtik ve göreve başladık.
Her toplantıda Kurula seçilen hukukçularla gittikçe güçlenen dostluk ve karşılıklı saygı ilişkisi içinde konular tartışılmış ve sonuca bağlanmıştır. Ancak Rusya adına seçilen Sayın Zorkin, hiçbir toplantıya katılmamış, üyelerden hiçbiri kendisiyle tanışma olanağını bulamamıştır.
Kurul, adayların özel durumlarını, kaç dili ve ne derecede bildiklerini, görev yaptıkları yerleri, özellikle yargıçlık yapıp yapmadıklarını, yayımlanmış incelemeleri ve yapıtları bulunup bulunmadığını özenle ve titizlikle değerlendirerek kararlar vermiştir. Yarışan adaylar, bu bilgiler ışığında değerlendirilirken geçmişte siyaset yapanlara genellikle soğuk bakılmıştır.
Sözgelimi, ilk toplantıda Danışma Kurulu, yakında yargıcının süresi bitecek olan Fransa’nın gösterdiği adaylardan bir avukatı yeterli bulmamış ve Fransa’dan yeni bir aday istemeye karar vermişti. Aday, anadili olan Fransızcanın yanı sıra elbette İngilizceyi de çok iyi biliyordu. Hukuk alanında incelemeleri de vardı. Ama geçmişte siyasete girmiş ve parlamentoda bulunmuştu. Bu durumu Danışma Kurulu, yansızlık açısından değerlendirdi ve adayı yeterli bulmadı. Fransız Büyükelçiliğine durum bildirildi. Fransız Hükümeti adayını savundu. Ancak Kurul görüşünü değiştirmediğinden yeni bir adayı Kurula iletmek zorunda kaldı.
Kurula katıldığım sürede buna benzer olaylar, kimi üye devletlerin gösterdiği adayların başına gelmiştir. Ancak üç adaydan bırakınız üçünün birden reddini, ikisinin birden reddi bile hiç söz konusu olmamıştır.
Türkiye’nin iki kez yenilediği altı adayının birden reddi, saygınlığını örseleyici ve yaralayıcı, hepimiz için üzücü ve düşündürücüdür. Hiç kuşkusuz bunun vebali, “yaraşırlık” (liyakat) ölçütünü gözetmeyenlerin omuzundadır. Geçmişte Konseyin Meclis Başkanlığını da yapan Sayın Dış İşleri Bakanının bu sonuca çok üzüldüğünü, durumu çok iyi değerlendirdiğini ve ilgilileri uyardığını umuyorum.
İtiraf edelim ki, gelişmelere bakan herkes, ülkemizde yaraşırlık ölçütüne hiçbir alanda uyulmadığını üzülerek gözlemektedir.
Dilerim, ülkeyi yönetenler, bu olaydan ders çıkarırlar, bundan böyle devlet adına görevlendirilenleri, dinsel ve mezhepsel inançlarına, siyasal görüşlerine göre değil, yeteneklerine göre değerlendirirler.