‘The Midnight Sky’ bilimkurgu türünün son yıllarda karşımıza gelmeye başlayan uzayda yalnızlık, yeni bir dünya keşfetme arayış temalarının son örneklerinden birisi. Bilimkurgu türüne duygusallık ekleyen, uzay ortamında insani ilişkilere yer açan ‘kartonesk’ karakterlerden kaçınan bir film. 2016’da yayımlanmış Lily Brooks Dalton imzalı ‘Good Morning, Midnight’ romanının sinema uyarlamasında, yönetmen koltuğunda aktör George Clooney var. Aralıklarla yönetmenlik çalışmaları olan Clooney, geçtiğimiz yıllarda ‘Tehlikeli Aklın İtirafları’ (2002), ‘İyi Geceler, İyi Şanslar’ (2005), ‘İkili Oyun’ (2008), ‘Zirveye Giden Yol’ (2011) ‘Hazine Avcıları’ (2014), ‘Suburbicon’ (2017) gibi farklı türleri temsil eden filmleri yönetmişti. Bunların arasında en beğendiğim kara mizahı, casus öyküsüyle birleştiren ‘Tehlikeli Aklın İtirafları’ ve savaş türünü sanatsal motiflerle birleştiren ‘Hazine Avcıları’ olmuştu.
2049 yılında geçen öyküde bilinmeyen global bir felaket sonucu artık dünyada yaşamın bittiğini öğreniyoruz. Görsel olarak bu felaket karşımıza gelmiyor sadece Antartika’da bir bilimsel araştırma üssünde çalışanlarının ailelerine ulaşmak için telaşlı kaçışlarına tanık oluyoruz. Clooney’nin canlandırdığı Augustine, araştırma üssünde kalmayı tercih eden ve dünyaya dönmeyen tek insan olur. Yalnız insandır ve arayacağı insanlar yoktur. Öykünün paralel evreni ise Aether adındaki uzay gemisinde geçer. Jüpiter’in uydusu olan K-23’de yaşam belirtisi bulan Aether gemisiyle, Augustine iletişim kurmaya çalışır. Aether mürettebatına dünyada olanları anlatıp, geriye dönmelerini engellemek, K-23 de yeni yaşam kurmalarını istemektedir. K-23 yıllar önce Augustine tarafından keşfedilmiş bir gezegendir. Augustine’in iletişim sağlayabileceği tek baz istasyonu, Haze Gölü üzerindedir ve kar fırtınası içinde oraya ulaşmak zorundadır. Bu arada Augustine’in radyasyon zehirlenmesinden hasta olduğunu ve tedavilerini kendisinin yaptığını görüyoruz. Augustine’in yanında aniden beliren Iris adında dünya sevimlisi, 8 yaşlarında bir kız çocuğu onun yalnız dünyasına eşlik etmeye başlar. Iris’in de kaçamamış, kaybolmuş bir çocuk olduğunu düşünüyoruz. Aether gemisindeki mürettebat arasından Sully, Adewole, Maya gemide kalmaya, Mitchell ve Sanchez ise dünyaya dönüp, ailelerini aramaya karar verir.
Neden izlemeliyiz: Son yıllarda izlediğimiz ‘Interstellar’, ‘Ad Astra’, ‘The Martial’ ve ‘Gravity’ arasında yer alabilecek, bilhassa görselliğiyle övgüye değer bir film. İzlanda’da çekilen buzul sahneleri veya uzayda meteor yağmuruna maruz kalan astronot görsellikleri nefes kesici. George Clooney, oyuncu ve yönetmen olarak çok iyi işler yapmış. Zayıflamış bedeni ve uzun beyaz sakalıyla farklı bir imaja bürünmüş. Clooney, duygusallık, yalnızlık ve bilim adamı arasındaki köprüyü oyunculuk açısından çok güzel kurmuş. Filmde yönetmenliği gayet iyi. Her şeyden önce kurduğu atmosferle karakterlerin duygularını birleştirmekte çok başarılı. Orta bölümlerde yavaşlayan tempo sıkıcı olmaya meyletse de final sürprizi her şeyi onarıyor. Eksikleri yok mu, tabii ki var. Örneğin, geçmişte ve yaşanan zaman arasındaki köprüler zayıf kurulmuş, dünyanın başına gelenler kısa birkaç sekansla olsa da verilebilirdi. Clooney’nin karakteri biraz fazla parlatılmış.
Netflix ekranına gelen en dikkat çekici yapımlardan. Bu platform gittikçe çıtayı yükseltiyor.