Bu hafta ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Ortadoğu turunu dikkatle izledik. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın attığı tek taraflı adımlar ve “iki devletli çözüm” fikrinden uzaklaşması düşünüldüğünde, yeni ABD yönetiminin İsrail-Filistin konusunda nasıl bir politika izleyeceği merak ediliyordu.
İsrail’in Gazze saldırısı ve Washington’ın İsrail’e desteği bir fikir vermişti ama özellikle “iki devletli çözüm” konusunda Blinken’ın bu ziyarette vereceği mesajlar yine de önemliydi. Ne yazık ki Blinken’dan güçlü bir “iki devletli çözüm” vurgusu duymadık. Dahası Filistin yönetimiyle de görüşen ABD Dışişleri Bakanı, ısrarlı sorulara “Şu anda en önemli şey acil insani yardım (özellikle temiz su ve elektriğin sağlanması), sonrasında yeniden yapılandırma, yeniden inşa ve ekonominin kalkındırılması” cevabını verdi. Kuşkusuz bu yardımlar, Gazze’de yaşanan durum düşünüldüğünde önemli ancak sorunun temeline inmediği için de Filistin’in yarasına sadece bir sonraki saldırıya kadar merhem olur. Üstelik Blinken’ın açıklamalarında o yardımlara ilişkin çizdiği çerçeve, El Fetih ve Hamas arasındaki sorunları daha da derinleştirme riski taşıyor.
Hedef Hamas’ın gücü
ABD, Gazze halkına acil yardım kapsamında 360 milyon dolardan daha fazla yardım göndereceğini duyurdu. Blinken de her defasında “bu yardımların Hamas’ın eline geçmeyecek ve onu güçlendirmeyecek şekilde yapılması gerektiğinin” altını çizdi. Dahası Blinken, “Filistin ve İsrail yönetimi de bunun için uğraşmalı ki, Hamas’ın Gazze’deki dayanağı kırılsın” dedi.
Washington’ın İsrail’in güvenliği ve Hamas’a karşı pozisyonu düşünülürse, bu şaşılacak bir tutum değil. Ancak akıllara gelen sorular şunlar: Hamas Gazze’de bu kadar güçlüyken, bu yardımlar nasıl yapılabilecek ya da bu çaba, Filistin yönetimiyle Hamas ayrıştırmasını derinleştirmeyi mi hedefliyor?
ABD’li üst düzey yetkili, amaçlarını “BM ve Filistin yönetimiyle birlikte çalışacağız. Bunun için Filistin yönetimiyle bir formül arayışındayız. Yardımlar, Birlemiş Milletler üzerinden Filistin yönetiminin katılımıyla yapılacak. Mısır’ın da burada bir rolü olacak” diye özetliyor. Aynı yetkili, bu yolla Gazze’de Filistin yönetiminin yeniden etkili olması için çaba harcadıklarını da gizlemiyor. ABD, “Bu çabaların bir dereceye kadar Gazze’deki Filistin yönetiminin yeniden entegrasyonu için gerekli koşulların yaratılmasına yardımcı olacağı” görüşünde. Filistin’de yapılacak seçimlerin ertelendiğini ve ardından gelen İsrail saldırılarını düşündüğümüzde bu tablonun Hamas’ı ne kadar rahatsız edeceğini ve yardım planının Filistinliler arasındaki birliğe ne kadar zarar vereceğini de zaman gösterecek.
Ankara hazırlıklı
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Yunanistan ziyareti bugün başlıyor. 5 yıl aradan sonra ilk kez bir Türk Dışişleri Bakanı’nın Yunanistan’a gittiğini düşünürsek, ziyaret önemli. Ama daha önemli olan şey, Nisan ayında Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias’ın Ankara temasları sonrası basın toplantısında yaşanan gerginliğin ardından bu ziyaretin nasıl geçeceği... Tabii, o meşhur toplantıdan sonra iki bakanın nasıl olup yeni bir ziyaret konusunda uzlaştığı da işin bir başka boyutu.
Bu ziyaretin kararı Cenevre’de Nisan ayı sonundaki Kıbrıs görüşmelerinde verildi. Dendias, Çavuşoğlu’na “Ben Ankara’ya geldim, sen de Atina’ya gel” dedikten sonra Çavuşoğlu da tereddütsüz “Gelirim” dedi. Ve ziyaretin tarihi 30-31 Mayıs olarak belirlendi.
Ziyaretin iki ayağı olacak; Batı Trakya ve Atina. Bakan Çavuşoğlu Pazar günü Gümülcine’de Batı Trakyalı Türklerle buluşacak. Yunan devlet ve hükümet başkanlarının, bakanlarının Türkiye’ye geldiğinde mutlaka İstanbul’u programlarına ekledikleri ve Fener Rum Patrikhanesi’ne gittikleri düşünülürse, Çavuşoğlu’nun da ziyaretine Batı Trakya ayağını eklemesi doğal. Çavuşoğlu’nun Yunanistan ziyaretinde bir kez daha Batı Trakya’daki Türklerin bir güvenlik meselesi olarak görülmemesi gerektiğini, kimliklerinin tanınmasının Yunan kamu güvenliğine tehdit oluşturmadığını vurgulaması bekleniyor.
Gelelim ziyaretin Atina ayağına... Elbette Ege Denizi ve ikili sorunlar, Kıbrıs, Doğu Akdeniz konuları ajandanın sabit konu başlıkları olacak. Ankara’daki basın toplantısındakilerin bir benzerinin Atina’da yaşanıp yaşanmayacağıysa bir başka merak konusu. Ankara’nın bu ihtimali göz ardı etmediğini ve benzer bir olayın yaşanması ihtimaline karşılık hazırlığını yapmış olduğunu belirtelim.
Devlet eliyle hava korsanlığı
Bu hafta dünya, Belaruslu muhalif gazeteci Roman Protaseviç’i konuştu. 23 Mayıs 2021’de Ryanair havayollarıyla Yunanistan’dan Litvanya’ya giden muhalifin uçağı, Belarus hava sahasında girdikten sonra sahte bomba ihbarıyla Belarus yönetimince indirildi ve ardından Protaseviç gözaltına alındı. Uçakta yapılan aramada bomba bulunamadı, dahası bu emri bizzat Belarus Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko’nun verdiği iddia edildi. Bu eyleme karşı Avrupa Birliği başta olmak üzere dünyadan çok sert tepkiler geldi.
Protaseviç ülkesindeki muhalif pozisyonu sebebiyle 2019’da Polonya’ya kaçmış, sığınma talep etmiş, mülteci statüsünde bir kişi... İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAM) Başkanı Metin Çorabatır “Burada siyasi görüşleri sebebiyle zulüm görme tehlikesi olan bir mülteciden bahsediyoruz. Birleşmiş Milletler kriterlerine göre silahlı ya da terör eylemine karışmadıysa mülteci olarak tanımlanır. Bu olayın hukuki olarak sorunlu noktası şu: Bir mülteciyi, hele de hileyle alıkoyamazsınız” diyor. Bir mültecinin hava korsanlığı yapması halinde bile suç unsuruna bakılıyor ve o kişinin başka şansı yoksa, bu durum bile uluslararası mülteci hukukuna göre değerlendiriliyor. Çorabatır, “Burada bambaşka bir durum var, uçaktaki kişi bir mülteci ve alıkoyan bir devlet” diyor.
Hukuki düzenlemeler
1960 ve 70’li yıllarda siyasi hava korsanlığı olaylarında büyük artış yaşanınca, bir dizi tedbir alındı ve uluslararası sözleşmelere imza atıldı. 1958’de Küba Havayolları’na ait iki uçağın Meksika’ya kaçırılması, 1960’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki ilk hava korsanlığı vakasından sonra 1963’de Tokyo Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşmede hava korsanlığı suç olarak tanımlanmıyor, sadece uçağın hukuki statüsü, mürettebat ve yolcu haklarını düzenleniyordu.
Bu düzenlemeler hava korsanlığının önüne geçmedi. 1968’de İsrail havayolları El Al’a ait uçağın Cezayir’e indirilmesi, 1970’de Amerikan, İsviçre ve İngiliz havayollarına ait üç uçağın kaçırılması ve yolcularının, hapishanelerdeki Filistinliler karşılığında serbest bırakması eylemlerinin ardından La Haye Sözleşmesi geldi ve hava korsanlığı artık suç olarak tanımlandı. 1971 Montreal Sözleşmesi ise sadece havada değil, yerde de, yani havalimanlarında yapılacak korsan/terör eylemlerini suç kapsamına aldı. 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’e saldırıların ardından başlayan tartışmalarla 2010 yılında Pekin Sözleşmesi yapıldı ve farklı türde hava korsanlığı formları da eklenerek La Haye sözleşmesi genişletildi.
Şimdi Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü olayla ilgili soruşturma başlatacağını duyurdu ve ön rapor hazırlıyor. Bu raporun 25 Haziran’a kadar yayınlanması beklenirken, AB de bu zeminde Belarus’a karşı uygulayacağı ekonomik yaptırımları değerlendiriyor.