1968 Paris ayaklanmasından miras bir slogan var aklımda. Bir duvar yazısında görmüştüm dönemi anlatan bir kitapta. (Akıl hastalarını ima ederek) “Eğer hastaysak bu sizin suçunuz” diye yazmıştı ayaklanmalara katılan bir genç. Aradan geçen yarım asırdan bu yana değişen pek bir şey yok. Hâlâ hastayız.
Sessiz istifa, sistemin bireyi hasta eden mevcut haline karşı bir başkaldırı anlamı da taşıyor bir taraftan. Bu konuyla alakalı son dönemde yazılan yazılar ve üretilen fikirlere baktığımda açıkçası biraz endişeleniyorum. Örneğin, sessiz istifayı kapitalizmin dayatmalarına karşı bireyin kendi hayatını önceleyen bir davranış biçimi olarak kutsayanlar var. Birey nihayet hayatta kariyer, para kazanma, vb. şeylerin bir anlamının olmadığını anlamıştır bu fikri savunanlara göre. Önemli olan, “an”da ve “akış”ta kalmaktır. Bunun için de kişi “iş” ile ilişkisini en alt seviyeye indirmelidir. Kendisine içinde iyi ve mutlu hissedeceği bir dünya kurmalıdır. Ve zaten sessiz istifa da tam olarak bu demektir.
Öncelikle kişinin iş ile kurmuş olduğu ilişkinin boyutlarının bir yazıda ele alınmasının imkânsızlığını belirterek ne kadar kapsayıcı olursa olsun bu anlamda dile getirilen herhangi bir görüşün de kendi zaviyesinden ne denli kapsayıcı olursa olsun gerçek manada kapsayıcı olamayacağı gerçeğini de unutmayalım.
Buradan hareketle, bireyin iş ile ilişkisinde mevcut işleyişi görmesi, bu işleyişin unsurlarını tanıması ve bu işleyişin neye hizmet ettiğini anlaması için bir dışarıdan bakma haline ihtiyaç duyar. Modern insan zaten emeğine, ürettiği ürüne, insanlara ve kendine yabancılaşmış bir durumdadır. Dışarıdan bakma, yani soyutlama hali bu yabancılaşmayı görebilmesi için de elzemdir ve bu anlamda bireyin “iş” ilişkilerinden beyinsel kopuşu bir anlamda kendini tanıyabilmesi için gerekli bir durumdur.
İnsanı “beşer” diye tanımlanan biyolojik, psikolojik ve sosyal insanlık halinden “insan” olarak tanımlanan “aşkın” varlık haline getiren şey ise tam bu anlama noktasından sonra atılan adımın mahiyetinde gizlidir. Sessiz istifa bu idrakten sonra ortaya çıkan bir vazgeçme durumudur bana sorarsanız. Yani atılan adım bireyi insan olmaya doğru götüren bir adım değildir. Zaten sürekli bir “iyi hissetme” ve “mutlu olma” çılgınlığına kapılmış olan modern dönem insanları için tam da istedikleri şeyi sunmaktadır: “Haz”zı önceleyen ve kaçınılmaz olarak bireyi önce hedonizme, ardından da nihilizme sürükleyecek
bir hayat biçimi.
Bu insan olarak yok oluş anlamına gelmektedir. Pratikte ise hem bireysel hem de toplumsal anlamda gelişmenin, inovasyonun, uzmanlığın, entelektüelliğin ortadan kalkması anlamına gelmektedir.
Çağımızın en önemli sorunlarından biri şudur:
bir sonraki nesil asla kendisinden bir önceki nesil kadar zengin, müreffeh, bilgili ve entelektüel olmayacak. Sessiz istifa ise bu durumu daha da kesifleştirecek bir durum maalesef. İş her şeyimiz değildir ama çok şeyimizdir.
Durum raporu: İran
İran’da protesto gösterileri 40 günü aşkın bir süredir devam ediyor. Başta da öngörüldüğü gibi başta kadınlar olmak üzere halkın ciddi bir kesimi rejim karşıtı duruşlarını ülkenin hemen her kentinde dile getiriyor. Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu kentlerde, Komala ve PUK öncülüğünde rejime karşı büyük bir direniş var. Kimi kentlerde tek bir hükümet görevlisi kalmadı. Güney Azerbaycan’da ise gösteriler devam ediyor. Özellikle gençler “Azatlık, adalet, milli hükümet” sloganlarıyla bağımsızlık isteklerini dile getirmeye başladı. Hedefi bağımsızlık ya da Azerbaycan’la birleşme olan çeşitli gruplar ortaya çıkmaya başladı. Fars nüfusun ağırlıklı olduğu bölgelerde de rejime yönelik hoşnutsuzluk açıkça görülüyor.
Fakat tüm bu gelişmeler hâlâ bu ayaklanmaların bir “devrim”e dönüşeceği anlamına gelmiyor. Her şeyden önce bu ayaklanmalara katılanlar ya da rejim değişikliği isteyenler, Kürt bölgeleri dışında onları sevk ve idare edecek siyasi ve askeri bir örgütlenmeye sahip değil. Kürtler ise çoktan “bağımsızlık” sloganları atmaya başladı. Ama rejimin yanıtı da çok sert oluyor ve gelecek günlerde daha da sert olacak gibi görünüyor. Bunun örneğini Belucistan’da gördük örneğin. Kürtlerle de akraba bir etnik grup olan Sünni Beluclar da bu ayaklanmalara katılanlar arasında ve rejim en sert tavrını orada gösterdi. Çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Ayrıca İran genelini kapsayan bir muhalefetten bahsedebilmek
mümkün değil.
Peki ne beklemek lazım? Büyük olasılıkla rejim bu ayaklanmaları her türlü yöntemi kullanarak bastırmaya çalışacak. Örneğin, iki gün önceki Deaş saldırısını da rejimin kullandığı yöntemlerden bir olarak okumak yanlış olmayacak. Ve rejim şiddetini artırmanın yanında belirli alanlarda da tavizler de vererek bu ayaklanmaları bastıracak. Eğer İran halkı şanslıysa bu ayaklanmalar bir sonraki ayaklanma için ihtiyaç duydukları örgütlenmeleri ortaya çıkaracak. Değilse bir sonrakinde… Çünkü bu rejim bu haliyle tarihsel misyonunu tamamlamış durumdadır.