Oy verme davranışları 100 yılı aşkın süredir başlı başına bir inceleme konusu haline geldi. Aslında temelde “karar verme” ya da “karar alma” diye tanımladığımız tüm durumlar özel bir inceleme alanı haline geldi desek yeridir. Bir “bilim” olmasa da günümüzde “karar bilimi” diye bir terimden bahsetmek mümkün. O yüzden oy verme davranışlarını da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bu davranış biçimi, tek bir bilim dalının değil farklı farklı bilim dallarının bir araya geldiği bir süreçle ancak anlaşılabilir. Örneğin psikoloji elbette bu sürecin en önemli ayağını oluşturur. Ardından sosyal psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, hatta antropolojinin devreye girmesi gerekir. Bu kadarla kalsa yine iyi. Yukarıda saydıklarımız seçmen davranışı ya da karar sürecinin ana bileşenlerini oluştururken, yerel ölçekte yani kendi toplumumuzda bu davranışı tanımlayabilmek için sosyoekonomik, demografik, sosyokusosyopsikolojik ve siyasal birçok faktörün de devreye girmesi gerekir.
Seçmen davranışına ilişkin metodolojik çalışmaların tarihi 1900’lerin başına kadar gidiyor. Yani pek de yeni diyemeyeceğimiz bir alan bu. Özetle, seçmen davranışını inceleyenler yukarıda saydığımız tüm bilim dallarından yararlanarak bireyin oy verme davranışının nasıl şekilleneceğini bulmaya çalışıyor yaklaşık 120 yıldır.
Klasik anlatıda seçmenin en son tahlilde “rasyonel” bir tercih yaptığı düşünülür. İşsizlik, satın alma gücü, enflasyon, vb. verilere bakan seçmen kendisi için en iyi olacak kararı vermeye çalışır. Fakat seçmenin rasyonel bir karar vereceğine dair bu öngörü her zaman gerçeğe dönüşmez. Seçmen kendi çıkarına çok ters bir karar verebilir ve seçimini de bu karara göre yapabilir. Çünkü mesele sadece bir seçim yapma meselesinin ötesine geçmiş, bir kimlik, sosyal statü ve kişilik meselesi haline gelmiştir. Dolayısıyla, artık olgular değil duygular ön plandadır. Kişinin oy verme davranışını somut olaylar ya da koşullar değil parti ya da grup aidiyeti ya da liderle özdeşleşme gibi faktörler belirlemeye başlar. Bu durum özellikle Türkiye için gözle görülür bir durumdur neredeyse.
Şöyle bir örnek vereyim; geçenlerde kendisini milliyetçi olarak tanımlayan ve MHP’ye oy veren bir arkadaşımla sohbet ediyordum. Kendisi oy verdiği partiyi son zamanlarda ağır biçimde eleştiriyor olmasına rağmen oy tercihini değiştirmeyeceğini de ısrarla söylüyordu. Sohbetimiz sırasında bunun sebebini sorduğumda hiç unutamayacağım şu yanıtı aldım kendisinden: “Ne yapayım, oy verme kabinine girdiğimde kulaklarımda birden “Ölürüm Türkiye’m” çalmaya başlıyor!” Sakın yanlış anlaşılmasın, aynı durum sosyal demokrat, muhafazakâr demokrat, milliyetçi laik, muhafazakâr, liberal tüm partiler ve onların seçmenlerinin önemli bir kısmı açısından da geçerli bir durum. Oy kabinine girdiklerinde onların kulaklarında da “Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar” ya da “Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda”, vd. çalıyordur.
Siyaset bilimi çalışmalarında yukarıda saydığımız iki temel seçmen davranışı biçimi birbirinin zıttı, antitezi ya da alternatifi olarak konumlandırılıyor. Seçmenin bu iki davranıştan ya birini ya da diğerini sergileyeceği varsayılıyor. Fakat şahsi kanaatim, önünde sonunda rasyonel yaklaşımın galip geleceği yönünde. Parti ile özdeşleşme ya da sosyal çevre etkisi bir noktaya kadar etkili olabiliyor. O noktaya kadar kişi her türlü rasyonel yaklaşıma kapılarını kapatırken özellikle “sosyoekonomik” problemler artmaya başlayınca ister istemez o kapıyı aralamaya ve hatta sonuna kadar açmaya bile gidebiliyor. Bir kritik değer, bir kırılma noktası var yani.
Fakat birey bu değişim karşısında hemen karşı partiye oy vermeye başlamıyor. İlk tepki kendi oy kullanmayarak tepkiyi belirtmek şeklinde ortaya çıkıyor. Ya da aynı ideolojik çizgide bir başka partiye yöneliyor. Kendi partisinin muarızına yönelmek ise seçmen davranış değişikliklerinde en az görülen durum.
Türkiye seçim sathı mailine girmişken, bir süre oy verme davranışlarını konuşmak gerekecek. Bugün kısaca bu davranışı tanımlayan iki temel durumdan -rasyonel/duygusal- yaklaşımdan bahsettik. Elbette benim kabataslak anlatmaya çalıştığım kadar basit değil bu ayrımlar. Haftaya hem bu iki yaklaşımın alt dallarına daha ayrıntılı bakalım hem de “toplum ve değişim” ilişkisini büyük değişikliklerin karmaşa dönemlerinde mi yoksa istikrar ve refah dönemlerinde mi yaşandığına bakalım.