Hatırlamaya çalıştım. Olmadı. Ben de hesaplamak zorunda kaldım. Evet, ilkokula 6 yaşımda yani 1981 yılında başladım.
O döneme dair anılarıma dönüp baktığımda aklımda ilk gelen sabah okula yürüyerek giderken uzun bir köprüyle üstünden geçtiğim Hemşin Deresi oluyor. Daha doğrusu ta Kaçkarlara kadar uzanan kıvrım kıvrım bir vadinin karlı dağ doruklarından getirdiği o dehşet soğuk rüzgâr. Pazar 50. Yıl İlkokulu’nda okudum ilkokulu. İlk öğretmenim Melahat Yangın’dı. Sonra Meral Coşkun. Ve beş yıl boyunca bizimle ilgilenen diğer öğretmenler... Mesela Avni Özgürbüz. Adını sayamadıklarım dâhil hepsi görevlerini hakkıyla yapmalarının ötesinde büyük fedakârlık ederek ilgilendi bizimle.
Sonra Rize Anadolu Lisesi’ne başladım 1986 yılında. Okulun 2. yılıydı. Toplam 120 öğrenci ve dört sınıf vardı. İki sınıf biz yeni kazananlar ve iki sınıf da bizden bir yıl büyük olan ilk kazananlar. Her yıl yeni gelen öğrencilerle okul gitgide büyüdü, kalabalıklaştı. Elbette liseyi bitirene kadar derslerimize gelen onlarca muhteşem öğretmenlerimiz oldu. Aralarında hâlâ görüştüklerim de var ve yine her biri canı gönülden ilgilendi bizimle. Onlara da şükran borçluyum. Ama mesela biri var ki hiç unutmadım. Daha doğrusu, beni yaşattığı utanç ve aşağılamayı.
Birkaç yıl önceydi, bir sınıf arkadaşım arayıp o bahsettiğim öğretmenin ölüm haberini verdi. Zaten keyifsiz bir günümdeydim ve dilimin ucuna kadar gelen kötü bir kelimeyi son anda durdurdum. Zorla da olsa rahmet diledim arkasından. Ama bir yandan da kendime çok şaşırdım, halimi garipsedim. O kötü sözün aniden dilimin ucuna kadar gelmesini de “Allah rahmet eylesin” derken hissettiğim gönülsüzlüğü de. Çünkü 40 yaşımda olmama rağmen 11 yaşımdayken bana attığı tokat ve yaşadığım utanç hiç aklımdan çıkmamıştı. Okulda geçirdiğim yedi yıl boyunca her gün karşıma çıkmış ve o utanç ve öfke içimde katmerlenmişti. Ve ölüm haberi aldığım gün bile, o öğretmenin adı anıldığında, o öfke ve utanç tetikleniyordu. Şimdi bile arkasından coşkuyla rahmet dileyemiyorum mesela. Üstelik sadece bir kez vurmuştu bana.
11 yaşında bir çocuğu tokatlarla, tekmelerle, yumruklarla dövmek peki?
Aksaray’daki olaydan bahsediyorum. Görüntüleri izlediğimin ertesi günü karşıma çıkan herkese sordum okul hayatınızdan bir öğretmen travması var mı diye? Hemen herkes evet dedi. Sadece birkaç kişi pek net konuşmadı ama “Muhakkak dayak yemişizdir” diye de ekledi onlardan bir ikisi. Ama büyük çoğunluk sorduğum soruya “Olmaz mı!” diyerek karşılık verdi. Ve hemen anlatmaya başladılar üstelik yaşadıklarını. Ve ne acıdır ki koca koca kadınlar ve erkekler okulda yaşadıkları travmayı o gün bile derin bir duygu çalkantısı içinde anlatıyordu.
Altı üstü koridorda koşturuyorduk 5-6 çocuk. Niyeyse bana ve bir başka çocuğa çıktı fatura. Kulağımdan tuttu, yüzümün sağ tarafını sol elinin içine sağlamca yerleştirdi ve sağ eliyle gerilerek sol yanağıma sert bir tokat attı. Canım pek yandı diyemem. Belki de olayın şokuyla hissedemedim. Aslında sert bir tokat mı, yumuşak bir tokat mı bilmem mümkün değildi çünkü kıyaslayacak bir şey yoktu hayatımda. Çünkü ilk kez tokat yiyordum birinden.
O sol ele yerleştirme meselesini o zaman anlamamıştım. Sonra Aksaray’da öğrencisine saldıran adam geldi aklıma. Hani çocuğa ilk bir iki tokadı attıktan sonra şöyle bir kendi etrafında dönüyor ya, tam orası. Attığı tokat, çocuk tam o sırada kafasını eğdiğinden boşa geliyor ve o yüzden kendi etrafında bir tur atıyor farkındaysanız. O kadar hızlı bir tokat yani.
Bana vuran öğretmen bu konuda daha deneyimli ve profesyonelmiş demek ki. Çocuğun kendisini korumak için geri çekilip tokadın boşa çıkmasını engellemek için yerleştiriyormuş yüzümüzü avucuna. Bir de tokat atarken sadece parmaklarının ilk üç boğumunu kullanırdı mezkûr öğretmen ve sert bir sıyırma hareketiyle tamamlardı darbesini. Muhakkak bunun da bir sebebi hikmeti vardır. İz kalmasın diye mi acaba?