Çetin Altan

Çetin Altan

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Ense yapma tabirini okula girdiğim gün duymuştum. “Çarpıyla”, “bölünme” yapmasını öğrenmeden önce, ense yapmasını öğrenenlerimiz çoğunluktaydı.
Mütalâalarda küçücük ellerimizi başımıza dayayıp, sıraya yanlayarak gözlerimizi denize diker, dalga geçerdik.
* * *
Yemek zilinde merdivenlerden aşağıya koşarken yanımızdakine dirsek vurarak sormak âdetimizdi:
-Ne yaptın etütte?
-Ense... Sen ne yaptın?
-Ben de ense...
* * *
Birbirimize verdiğimiz kısa faaliyet raporlarında, “çalıştım”, demek ayıp gibi bir şeydi.
Hımbıllar, hanım evlatları, inekler çalışırlardı.
Ense yapmanın ise ayrı bir raconu vardı. Bu yüzden çalışanlar bile:
-Ense yaptım, derlerdi.
* * *
Hayata atıldıktan sonra bizim okulda yapmaya çalıştığımız enselerin pek bir işe yaramadığını gördük.
Öyle ensesi kalın olanlar vardı ki, bir değil kırk okul sırası eskitmekle bile o kalınlık sağlanamazdı.
* * *
Ya bu ense kalınlığı, sülalelerinden miras olarak kendilerine geçmişti; ya ense yapmanın bizim bilmediğimiz ayrı bir yolunu bulmuşlardı.
* * *
O zaman öğrendik ki, hayatta başarının en büyük işareti enseyle sırttır ve asla baş değildir.
Herkes sonuncusunun kalınlığına bakmadan, ilkinin kalınlığını araştırıyordu.
* * *
Ve cılız kalmış enselerde, herhalde başka bir işe yaramaz diye olacak, sadece boza pişiriliyordu.
* * *
Ensede de bir defa boza pişmeye başladı mı, artık o ensenin kalınlaşmasına kolay kolay imkân yoktu.
* * *
Ayrıca ensenin köküne de çok dikkat etmek ve sıkı şekilde örtülü tutmak gerekti.
Çünkü açıkta buldukları ense kökünü:
-Ense kökü budur, diye göstermeye meraklı bazı garip anatomi sevdalıları vardı ki; bunun için de nedense işaret parmağı yerine, sille veya yumruk kullanmayı tercih ediyorlardı.
* * *
Ense kalın değilse, kökü de meydandaysa; bir ömür boyu boza mutfaklığı yanında, anatomi modelliği yapmak da bir yazgı oluyordu.
Önüne gelen bozayı pişirir, ense kökünü de şamarıyla sık sık işaretlemeye kalkardı.
* * *
Bundan çekinenler, enselerini kulaklarıyla da takviye etmişlerdi.
Enseyle kulak yerinde ise, kökünü göstermek kolay kolay kimsenin haddine düşmezdi.
* * *
Bir de enseyi bitten korumak şarttı.
Çünkü halk arasında dolaşan tabirlerle de sabitti ki; ensesi bitten kurtulmasın, diye başlayan bedduaların sonu pek iyi gelmiyordu.
* * *
Enseyle para arasında da yakın bir ilgi bulunduğu eski fıkralarda anlatılırdı.
Avuca yatkın enseyle yokuş aşağı giderken; cebinde parası olana rastlamak tehlikeliydi.
Herifçioğlu, adamına altını toka ediyor:
-Şan olsun diye şu gidenin ensesine patlat bir tane, diyordu.
Ve sende avuca yatkın ense, onda da o para varken, aradaki tokatçı:
-Kusura bakma, deyip deyip de öyle patlatıyordu.
* * *
Bu yüzden çok kimse yokuş inmeye başlayınca, sonunu yuvarlanarak bitirirdi.
* * *
Rumelililer efkârlı gördüklerine:
-Enseyi karartma, derlerdi.
Yüz zaten kararabileceği kadar kararıyordu. Karanlık, enseye de geçti mi, iflah olmak artık kolay değildi.
* * *
Fakat en hazini, gelip enseye oturan saadet idi.
Saadetlerini enselerinde taşıyanlar; mesut olmak için dört gözle, dört taraflarına bakınsalar da, aradıklarını bulamazlardı.
* * *
Ve onlara hayat mızmız sesiyle yaşadıkları müddetçe daima fısıldardı:
-Sen saadeti ancak ensende görebilirsin...