Ense yapma tabirini okula girdiğim gün duymuştum. “Çarpıyla”, “bölünme” yapmasını öğrenmeden önce, ense yapmasını öğrenenlerimiz çoğunluktaydı.
Mütalâalarda küçücük ellerimizi başımıza dayayıp, sıraya yanlayarak gözlerimizi denize diker, dalga geçerdik.
* * *
Yemek zilinde merdivenlerden aşağıya koşarken yanımızdakine dirsek vurarak sormak âdetimizdi:
-Ne yaptın etütte?
-Ense... Sen ne yaptın?
-Ben de ense...
* * *
Birbirimize verdiğimiz kısa faaliyet raporlarında, “çalıştım”, demek ayıp gibi bir şeydi.
Hımbıllar, hanım evlatları, inekler çalışırlardı.
Ense yapmanın ise ayrı bir raconu vardı. Bu yüzden çalışanlar bile:
-Ense yaptım, derlerdi.
* * *
Hayata atıldıktan sonra bizim okulda yapmaya çalıştığımız enselerin pek bir işe yaramadığını gördük.
Öyle ensesi kalın olanlar vardı ki, bir değil kırk okul sırası eskitmekle bile o kalınlık sağlanamazdı.
* * *
Ya bu ense kalınlığı, sülalelerinden miras olarak kendilerine geçmişti; ya ense yapmanın bizim bilmediğimiz ayrı bir yolunu bulmuşlardı.
* * *
O zaman öğrendik ki, hayatta başarının en büyük işareti enseyle sırttır ve asla baş değildir.
Herkes sonuncusunun kalınlığına bakmadan, ilkinin kalınlığını araştırıyordu.
* * *
Ve cılız kalmış enselerde, herhalde başka bir işe yaramaz diye olacak, sadece boza pişiriliyordu.
* * *
Ensede de bir defa boza pişmeye başladı mı, artık o ensenin kalınlaşmasına kolay kolay imkân yoktu.
* * *
Ayrıca ensenin köküne de çok dikkat etmek ve sıkı şekilde örtülü tutmak gerekti.
Çünkü açıkta buldukları ense kökünü:
-Ense kökü budur, diye göstermeye meraklı bazı garip anatomi sevdalıları vardı ki; bunun için de nedense işaret parmağı yerine, sille veya yumruk kullanmayı tercih ediyorlardı.
* * *
Ense kalın değilse, kökü de meydandaysa; bir ömür boyu boza mutfaklığı yanında, anatomi modelliği yapmak da bir yazgı oluyordu.
Önüne gelen bozayı pişirir, ense kökünü de şamarıyla sık sık işaretlemeye kalkardı.
* * *
Bundan çekinenler, enselerini kulaklarıyla da takviye etmişlerdi.
Enseyle kulak yerinde ise, kökünü göstermek kolay kolay kimsenin haddine düşmezdi.
* * *
Bir de enseyi bitten korumak şarttı.
Çünkü halk arasında dolaşan tabirlerle de sabitti ki; ensesi bitten kurtulmasın, diye başlayan bedduaların sonu pek iyi gelmiyordu.
* * *
Enseyle para arasında da yakın bir ilgi bulunduğu eski fıkralarda anlatılırdı.
Avuca yatkın enseyle yokuş aşağı giderken; cebinde parası olana rastlamak tehlikeliydi.
Herifçioğlu, adamına altını toka ediyor:
-Şan olsun diye şu gidenin ensesine patlat bir tane, diyordu.
Ve sende avuca yatkın ense, onda da o para varken, aradaki tokatçı:
-Kusura bakma, deyip deyip de öyle patlatıyordu.
* * *
Bu yüzden çok kimse yokuş inmeye başlayınca, sonunu yuvarlanarak bitirirdi.
* * *
Rumelililer efkârlı gördüklerine:
-Enseyi karartma, derlerdi.
Yüz zaten kararabileceği kadar kararıyordu. Karanlık, enseye de geçti mi, iflah olmak artık kolay değildi.
* * *
Fakat en hazini, gelip enseye oturan saadet idi.
Saadetlerini enselerinde taşıyanlar; mesut olmak için dört gözle, dört taraflarına bakınsalar da, aradıklarını bulamazlardı.
* * *
Ve onlara hayat mızmız sesiyle yaşadıkları müddetçe daima fısıldardı:
-Sen saadeti ancak ensende görebilirsin...