Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: - Hoca, vaktiyle Osmanoğulları’nın kendi mülkleri olarak gördükleri “Memalik-i Osmaniyye”, yani Türkiye ülkesi için, “hasta adam” teşhisi konmuştu. Sen durumu nasıl görüyorsun bugün?
Nasreddin Hoca:
- O günden bugüne tıp çok ilerledi, demiş. Bir zamanlar ateşi yükselen hastalar için “mikrop kapmış” denirdi. Ama şimdi özellikle tarihimize ve bugünkü duruma bakıldığında anlaşılıyor ki, ateşin yükselmesi “mikrop kapılmış” olduğu için değil; mikropları, bünyenin bizzat kendisi ürettiği için...
* * *
Keskinleşen kutuplaşmalarla, içine doğru kayılan çalkantıların sakinleşmesi için, çeşitli öneriler yapılmakta...
Bu arada bizim de aklımıza eski zamanlardan kalma bir “büyü formülü” geldi; hani yani denenebilir istenirse.
* * *
Kavgalı kişileri barıştırmak istiyorsanız; 3 yaşlarındaki siyah bir köpeğin kakasını, tazesi tazesine alarak iyice kuruttuktan sonra, bir güzel dövüp kırmızı biberle karıştırınız.
* * *
7 gün ikindiden sonra, “yattım sağıma döndüm soluma, cümle melekler şahit olsun göğsümdeki imanıma” duasını birkaç kez arka arkaya okuyarak; barışmasını istediğiniz kişilerin adlarını tekrarlaya tekrarlaya, sağa sola üfleyiniz. Sonra da göğe doğru “El huzur” diye yavaşça bağırınız.
* * *
Her ikindiden sonra dualarınızı sürdürdüğünüz hafta içinde de; kurutup döverek kırmızı biberle karıştırdığınız 3 yaşlarındaki siyah köpeğin kakasını; barışmasını istediğiniz kişilerin öğle ve akşam yemeklerine öğle ve akşam namazlarından önce serpiniz.
* * *
Kutuplaşmalara neden olmuş kişiler, farkına varmadan köpek kakalarını yedikçe; siz de göklere doğru “El huzur” diye yavaşça bağırmayı sürdürünüz.
* * *
Köpek kakası büyüsü tuttuğunda; kutuplaşmalar 2 hafta içinde gevşeyecek ve birbirlerini yok etmeye çalışanlar, birbirleriyle sarmaş dolaş olacaklardır.
* * *
Ülkenin üst düzey yöneticilerine, yahut liderlerine “köpek boku da yedirilir mi” dememek gerek.
Çünkü onlar da birbirleri için şöyle diyorlar:
- Alçak namussuzun yemediği bok kalmadı...
* * *
Eh bir de köpeğinkini denerlerse ne çıkar; üstelik “huzur büyüsü” hatırına...
* * *
İncili Çavuş’a sormuşlar:
- Son durumlar hakkında onca analiz, yorum, öngörü, değerlendirme ve öneri arasında senin de söyleyeceğin bir şeyler yok mu?
İncili Çavuş:
- Son durumlara baktıkça, demiş; vaktiyle bir “Harem Ağası”nın, “Matbah-Mutfak Başı”nı nasıl ve neden azarladığı geliyor aklıma.
Ve anlatmış olayı.
* * *
Harem Ağası, Matbah Başı’na:
- Saray bahçesinin kuytu bir köşesine kocaman bir çukur kazdır da, oraya dök mutfağın çöplerini, demişti.
Ertesi gün de durumu görmeye gitmişti.
Bir de bakmıştı ki, saray mutfağında çöp falan kalmamış, hepsi kuytu bir köşede kazılan çukura dökülmüş.
Ancaaak......
* * *
Ancak sarayın bahçesinde dağ gibi bir toprak yığını çıkmış ortaya.
Başlamıştı Matbah Başı’na bağırmaya:
- Kafasız herif, neden mutfağın çöpleriyle birlikte çıkan toprağı da içine koyacağın daha büyük bir çukur kazdırmadın? Şimdi Bostancı Başı’na söyleyip falakaya yatırtacağım seni; mankafalığından ötürü ayaklarına 40 sopa vurula...
* * *
İncili Çavuş’u dinleyenler:
- Harikasın Çavuş, demişler; anlattığın hatıra, her türlü analiz, yorum, öngörü ve değerlendirmeden daha gerçekçi özetliyor durumu.
* * *
Vaktiyle Mussolini, Faşist Partisi’ne yeni katılmış genç bir partizanı karşısına çekmiş soruyormuş:
- Vatan nedir?
- Anamızdır Başkanım.
- Çok güzeel. Peki, bayrak nedir?
- Vatanın elbisesi Başkanım.
- Mükemmel... Peki, neden bayrak için ölmek gerekir?
Genç partizan:
- Şey, demiş; ben de tam bunu soruyordum kendime Başkanım.
* * *
Sevgili dost Av. Taner Aktop’tan da bir fıkra:
Yaşlıca bir kadın, otobüse binip şoförün arkasına oturmuş.
Otobüs kalktıktan biraz sonra, bir avuç badem vermiş şoföre yaşlı kadın.
Şoför, kadına dönmüş:
- Mersi, demiş.
* * *
Bir süre sonra yaşlı kadın, bir avuç badem daha vermiş şoföre.
Şoför arkasına dönüp yine:
- Mersi, demiş.
* * *
3-5 dakika sonra yaşlı kadın, şoförün omzuna dokunup bir avuç badem daha uzatmış.
Bu kez şoför dönüp sormuş ihtiyar kadına:
- Neden hep avuç avuç badem veriyorsunuz bana; kendiniz yemiyor musunuz?
* * *
Yaşlı kadın:
- Evladım, demiş; benim dişlerim yok, yiyemiyorum. Sadece bademlerin üstündeki çikolataları yalayabiliyorum; sana da işte gerisini veriyorum.
* * *
“Kışla” parfümlü bir siyaset ile, “cami” parfümlü bir siyaset arasındaki bir diyaloğa da, benzetilebilir bu fıkra.
* * *
Can Yücel’den bir şiirle bitirelim yazıyı:
Serçeleme
Çok oldunuz be serçeler
Kapatırım şimdi kapıyı
Dedim
Dinlemediler beni
Ben de kapatmadım kapıyı
Varsın dinlemesinler