İşte geldik yılın en sıcak, en kırmızı, en romantik haftasına!
Aziz Valentine’nin uğruna canına verdiği, sevenler kavuşsun diye kendini feda ettiği aşk’ın kutlamasına!
Yüzyıllardır üzerine şiirler yazılan, ağıtlar yakılan, ilmek ilmek işlenen, şarkılar bestelenen, sadece 3 harften oluşan en uzun kelime Aşk!
Dünyanın en özel, en derin, en gizemli duygusu aşk! Yaşanması gereken en heyecanlı his, Allah’ın şanslı kullarına verdiği hediye! Herkes bir şekilde yaşıyor aşkı ya da yaşadığını sanıyor. Bazı aşklar bitiyor bazıları ömür boyu sürüyor. Hepsinin sonunda geriye, muazzam bir his olduğunu hatırlamak kalıyor!
Her yaşta başka yaşanıyor aşk! 20’lerinde deli dolu, hormonlar tavan! 30’larda feleğin şaşmış, endazen kaymış! Sakin, huzurlu zamanlar 40’lardaymış, yanındaki sadece sevgilin değil yol arkadaşınmış! 50’ler, nadasa bırakılmış yüreğin hasat zamanı; beden yorgun olsa da kalp tecrübeleriyle çok daha akıllı! 60’lar diyeceğim, siz de ‘60’larda ne aşkı’ deyip güleceksiniz. Oysa o yaşlarda aşk, kök sarmaşık gibi dolanmış, filiz vermiştir başakları!
Herkes konuştu herkes belirtti görüşünü! Eleştiriler geldi, takdirler edildi, ahkamlar kesildi!
Bekledim ben de! Herkes söylesin söyleyeceğini!
Şimdi sıra bende, ben de müsaadenizle iki laf edeyim, diyeyim diyeceğimi!
Evet Dilber’den bahsediyorum! Hani şu pavyondaki dansıyla ‘yüzme bilmeyen Ankaralı’ya gemiler yaktıran’ Dilber’den!
Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği ve daha yayınlanmadan büyük yankı uyandıran ‘İnci Taneleri’ dizisi, son zamanların en çok konuşulan işlerinden biri! Dilber karakterini oynayan Hazar Ergüçlü’nün pavyondaki dans sahnesiyle daha fragmanıyla birlikte reytingleri altüst eden dizi, pavyon kültürünü de yeniden gündeme getirdi!
Dizi, buram buram Yılmaz Erdoğan kokuyor! Onun alışılageldik replikleri, usta kelime oyunları, güldürme- düşündürme arası gidip gelen anekdotlarıyla özlediğimiz Yılmaz Erdoğan, yine ekranlarda! Hazar Ergüçlü de Dilber karakteriyle harikalar yaratmakta! Dansı, muhabbeti, konuşmadan çok şey anlatan gözleri, feleğin
Yıllar önce küçük bir kız doğmuş. Doğmuş da ne doğmuş, kolay değil- ailenin ilk kız torunuymuş. Gün bayrammış, ev onu görmeye gelenlerle dolup taşmış. Prenses demişler ona, o da kendini hep öyle sanmış. Masal dinlemeyi hiç sevmezmiş, masalları yaşayan olmak istermiş. Pamuk Prenses olmak istemiş önce ama yedi tane cüceyi de evde istememiş. Uyuyan Güzel'e özenmiş ama uykuyu da pek sevmezmiş, 100 sene nasıl uyuyacakmış. Uzun siyah saçları varmış, bir ara takmış kafasına Rapunzel olacakmış. Ama elin oğlu saçlarını yolup eve çıksın diye mi saçlarını uzatacakmış, düşünmüş ondan da caymış. Bir ara Heidi olmaya heveslense de dağlar bayırlar hiç ona göre değilmiş. Nerede börtü böcek var gelip onu yermiş. Hem ne işi varmış canım onun çayır çimende, o prensesmiş, olur mu hiç öyle şeymiş! Prensesmiş o işte, kolları yerine kanatları olsun diyen, yüreğinin götürdüğü yere uçmak isteyen!
Bu kız büyümüş, kocaman bir kadın olmuş! Ama ne içindeki prenses kaybolmuş ne de pamuk şekerine
Sizin var ya sizin, yatacak yeriniz yok yeminle!
Dünyaya bir geldiniz, karıştırdınız tüm ayları, yılları, çağları! Gelmeseydiniz keşke!
Ne huzur bıraktınız ne dostluk- kardeşlik şu evrende! Bir kağıt parçası uğruna, düşürdünüz herkesi birbirine!
Kime mi bu atarım, giderim? Lidya’lılara elbette!
Hani şu dünyanın en değerli, en gerekli, en lanet, en kanlı kağıt parçasını bulan medeniyete!
Ya sen ne güzel takas usulüyle yaşayıp gidiyorsun, al gülüm ver takke halinden memnunsun, nereden icap etti de buldun bu lanet, mendebur, fitne kağıt parçasını! Hadi madem buldun, niye bu kadar değer biçtin? Madem biçtin, neden kendi döneminle yetinmedin, yemedin-içmedin, nesilden nesile geçirdin?
Tarih öncesi çağlardan beri hayatımızda para! Öyle çok tapan var ki ona, bir nevi din de denebilir aslında!
Hayatın kontrolü onda, hükmeden ve de emreden bir ulu bir varlık gibi başımızda-boğazımızda!
Hayatı algılayış biçimimiz 5 adet duyuyla!
Görerek, dokunarak, duyarak, tadarak, koklayarak! Bir sürü organımızla yaşıyoruz ama 5 organımızla algılıyoruz yaşam denen olayı! 5 organ da ne kadar önemli, 5’i bir yerde gibi değerli!
‘Canım kalp olmazsa yaşayamayız, ciğerimiz olmasa da öyle hatta midemiz de ama gözlerimiz olmasa yaşayabiliriz, kulaklarımız olmasa da! Tat almadan, koklamadan da yaşanabilir yıllar boyunca’ mı dediniz yoksa?
Yaşarsınız tabi, yaşarsınız! Görmeden de nefes alabilirsiniz, tat almadan da onlarca yıl yaşayabilirsiniz ama ne kadar keyif alabilir, ne kadar mutlu olabilirsiniz?
Görmediğinizi düşünün bir an için! Kapatıp gözlerinizi sımsıkı kalın öylece! Yürümeye çalışın o şekilde, yemek yemeye, duş almaya, bir şeyler izleyip okumaya! Sonsuz bir karanlık içinde hapsolduğunuzu hissedin! Her gün gece gibi değil mi, sabah hiç olmuyor. İstediğin gibi hareket edemiyorsunuz hep bir hesap kitap hali, kontrollü ve yavaş hareketlerle, el yordamıyla tanıyorsun çevrendeki her şeyi! Önünde bir cisim mi var
Yeni bir yıl, bir başlangıç, yeni umutlar!
Işıklarla süslenmiş dükkanlar, vitrinlerdeki Noel Babalar, kırmızı iç çamaşırlar, pişen hindili pilavlar, kıran kırana geçen tombalalar, saatler 12’yi vurduğunda patlatılan maytaplar, silahlarını hunharca, gelişigüzel sıkan harcayan magandalar, lar lar lar… Popüler kültürün, kapitalist düzenin sahne replikleri işte bunlar!
Peki ne oldu şimdi? Yeni yılın heyecanı, tüm o süs püs şatafat bitti, saat 12’yi vurduğunda her şey eski haline döndü Sindirella hikayesindeki gibi!
Zaman ne tuhaf değil mi, bazen uzun bazen kısa! Dünyanın güneş etrafındaki dönüşü 365 gün, biz de o dönüşün bitişini kutluyoruz Noel Baba vasıtasyla! Eğlencelerle, ışıklar, hediyelerle dönüşüne tekrar başlarken motive ediyoruz bence dünyayı! Sanki motive etmesek dönmeyecek ya da daha da arttıracak hızını! Bizim her tur başında koyduğumuz hatırlatma taşları yılbaşılar, bayramlar, seyranlar! Zamanın sonsuzluğuna attığımız çentikler, yani başlangıç fırsatları! Ne İsa’nın doğuşunun
Efendiiiiiimmmm! Bir yılın daha sonuna geldik işte!
Kah üzüldük kah üzüldük. Yeri geldi üzüldük, zaman zaman üzüldük, üzüldüğümüz anlar da oldu tabi fakat iyi üzüldük!
Tamam canım bakmayın kasvetli girizgahıma, yılın son yazını yazıyoruz herhalde, onca acının içinde umut da mutluluk da olacak elbette!
Şöyle dönüp de bakınca geriye, ‘Vay’ diyorum içimden, ‘ne seneydi be!’
Asrın felaketi yaşandı bir kere! 6 Şubat'ta Kahramanmaraş merkezli 11 ili etkileyen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremlerle sarsıldı ülke! Yaklaşık 15 milyon kişinin yaşadığı Kahramanmaraş, Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Adana, Malatya ve Elazığ'da etkili olan depremlerde binlerce kişi hayatını kaybetti, OHAL ilan edildi. Ülke genelinde 7 gün süreyle milli yas ilan edildi, Türkiye tek yürek oldu, yardım için yola çıkanlar araçlarıyla kilometrelerce kuyruk oluşturdu. Hayatını kaybedenlerin hazin hikayeleri, ailelerine ölü ya da diri ulaşamayanların
Doymak, paylaşmak, anne, misafirperverlik, hastalık, sarhoşluk, sofra, kış, ekmek, lezzet, ramazan, kalabalık, aile! Bütün bunların birleşimiyle bir sözcük yerleşmiş sözlüğe!
İçine biraz baharat katılmış biraz da sebze! Kışın vazgeçilmezi, sofraların efendisi, midelerin sevgilisi çorba…
Şık bir sofra, özenli bir masa hayatın bir anlamıysa çorba, başlangıcıdır hayatın!
Ahmet Rasim’in, "Hastalara, uykusuzlara, sarhoşlara bir de midesi haşat olmuşlara candır çorba" demesi, değilmiş boşuna!
Uzun süren gözlemlerim ve olay mahallerindeki tespitlerim neticesinde çorba zevkinden karakter tahlili yapabiliyorum artık!
Mesela tarhana çorbası sevenler, evcimen kişilikler! Sıcacık evleri, kendilerine has zevkleri, yanlarında sevdikleriyle huzurludur tarhanacılar!
İşkembeciler, uzun soluklu gececiler! Hayata farklı bakan, derinlere odaklanan, eğlenmeyi bilen, gülmeyi seven içiciler!
Domates çorbası sevenler, annelerini çok severler. Herkesler büyüse de onlar hiç büyümezler.