Bayram- bayram derken bayram da bitti gitti!
"Ya ömür bitiyor bayram nedir ki!" dediğinizi duyar gibiyim sanki!
Geçen anların, yılların yanında bir bayram daha geçmiş, ne var ki!
Bir anlamda doğru tabi ama bu bayramların seyranların, hayata attığımız çentikler olduğunu düşünürsek de valla bunların gelişleri heybetli, bitişleri etkili!
Hep bir koşturmaca her bir yere yetişme, bir şeyleri yetiştirme telaşındayız! Sabahın köründen, gecenin geç saatlerine uzanan o zaman diliminde rutinin içinde dönüp duruyoruz. Laboratuvarda çarkın üzerinde dönüp duran kobay fareleri gibi hissediyorum kendimi bazen. Hayat da pek keyifli değil nicedir! Bitmek bilmeyen seçimler, hemen herkesi, her geçen gün yoksulluk sınırına yaklaştıran hayat pahalılığı, virüsler-hastalıklar, artık yakından duyulan savaş tam tam’ları, sadece eski bayramları değil mumla aratıyor tüm o eski zamanları! İş- güç, trafik, okul ve aynı düzen içinde uğraştığımız onca mecburiyete kısa bir mola işte bu minik molalar! En sevdiğimiz diziyi izlemek bile bu günlük
Bir seçim sürecini daha geride bıraktık! Marşları- şarkıları, afişleri- sloganları, heyecanıyla geçti ömrümüzden bir seçim daha!
Her zamankinden farklı sonuçlarla bitti bu seçim! Kimsenin beklemediği, tahminler ötesi bir sonuç çıktı. CHP, tarihinin en yüksek oyunu aldı, birçok belediyenin başkanı değişti!
Şimdi burada siyasete dalmayacağım, haddimi bilip işi erbaplarına bırakacağım! Benim vurgulamak istediğim şu ‘değişim’ meselesi! Enteresan bir kelime ‘değişim’, kendi küçük, derinliği büyük!
Öyle iğne miğne batırmakla uğraşmaya vakti olmayan ama kendine çuvaldız batırmakta üstüne kimseyi tanımadığım birinden yani benden yola çıkacak olursak; ‘Değiştirin dünyanızı, kendinizi değiştirin efendim memnun değilseniz, çevrenizi, evinizi, işinizi, eşinizi, sevgilinizi!” demeyeceğim tabi ki! Bahaneler kraliçesi bendeniz, gayet iyi biliyor bunun hiç de kolay olmadığını yani! Ama güzel kardeşim, mutsuz mutsuz da yaşanmaz ki! Her dakika değişiyoruz aslında,
Ali’nin cin’ine olanla başladı bizim sevdamız!
Siz gidin Cin gibi çocuğa; “Ali topu tut’, çocuk tam topu tutacak, yok “Ali okul açıldı”! ‘Ali kalem al” hazır almışken “Ali yazı yaz” Ali tam bırakmış topu, kabullenmiş okulu, almış kalemi, yazmaya başlamış, birden ne alakaysa; “Ali ata bin”!
E malum Türk'üz biz, ezilmişi, horlanmışı, mazlumu, mağduru severiz! İp atlamaya, ata binmeye, zili çalmaya yani her şeyi bir başına yapmaya zorlanan Cin Ali, çocukluk kahramanımızdı bizim, onunla başladık okumaya, hakkını ödeyemeyiz!
Büyüdükçe birçok kahraman girdi hayatıma; Anna Karenina, Emma Bovary, Don Kişot, İnce Memed, Bihter ve daha niceleri! Ciltli kitapların sayfaları arasından sızıp kalbime girdiler, diyar diyar gezdirdiler.
Ortalık toz duman, tadım tuzum da yerle bir iken kapatıp fazla ışıkları, sessize alıp dünyayı, takıldım ciltli kapakların peşine, kaybettim kendimi binbir hikayenin içinde!
Ve gördüm ki hiçbir gemi götüremiyor bizi, kitaplar kadar uzaklara!
Kapılara benzetiyorum ben kitapları,
Çekirdekler hazır mı?
Değilse hazırlansın, mevzu derin, herkes toplansın!
“Üzerinde güneş batmayan ülke” de neler oluyor? Yani bir de batsaymış güneş arada, neler olurmuş meğer, şimdi anlaşılıyor!
Yahu İngiliz kraliyeti karışmış gene! Bunları da hiç boş bırakmaya gelmiyor. Gözümüzü azıcık ayırsak, Gazze’ye- İsrail’e çevirsek, birazcık Rusya-Ukrayna ile ilgilensek hemen dağılıyorlar! Bunlara dışarıdan-mışarıdan düşmana gerek yok, iç kavgaları bunlara yetiyor, aile meseleleriyle başa çıkamıyorlar!
Diana öldü- müslüman kardeş gelme riski bitti, Charles, Camilla ile nihayet evlendi, Harry, tası tarağı toplayıp karısını da alıp memleketi terk etti, hiç ölmeyecek sandığımız Elizabeth de öldü gitti, bunların derdi bir türlü bitmedi! Şu dünya bunlar kadar lanetli aile valla da görmedi billa da görmedi!
İngiltere Kralı Charles’ın prostat kanseri olduğunun açıklanmasıyla kraliyet ailesine çevrilen gözler, Prens Willam’ın eşi Kate Middleton’un detayı açıklanmayan bir karın ameliyatı
Tabiki sadece haftanın değil, ayın konusu Ramazan!
Elinde kola şişesiyle eve koşan çocuk reklamı çıkmaya başladıysa ramazan yaklaştı demektir.
Ve ne zaman ki televizyon da Çağrı filminin fragmanları dönmeye başlar işte o zaman 11 ayın sultanı, resmin teşrif etmiştir.
Camilere asılan mahyalar, iftarda atılan toplar, tokmaklarını vura vura dolaşan davulcular, önünde kuyruklar oluşan fırınlar; İşte ramazanı karşılayan müslümanlar!
Benim için ramazan, ‘beşibiryerde’ demek, hem çok değerli hem içeriğinden sebepli! ‘Pide- Güllaç- Hurma- Çorba- Çay’ aynı paragraf hatta aynı cümle içinde kullanılabiliyorsa, oruç tutulmuştur mutlaka!
Aaaa yalan yok, ramazana dair en sevdiğim şey, kalabalık iftar sofraları! Eşle dostla, hısım- akrabayla, ailenle- sevdiklerinle, çok isteyip de vakitsizlikten görüşemediklerinle ortak paydada, aynı masada buluşmana vesile oluyor o sofralar! Her ne kadar dini vecibeler ayı olsa da ramazan, özünde bir durma- durulma- sakinleşme- özüne dönme zamanı! Hep bir kaos içinde yaşadığımız,
Mevzu 1800’lere dayanıyor, yüzyıllar önceye yani!
Amerika’nın New York kentinde, bir tekstil fabrikasında 40 bin kadın işçi, daha iyi-daha insani çalışma koşulları istedikleri için grev yaptı. Grev facia ile sonuçlandı, Polisin fabrikaya kilitlediği kadın işçilerden 129'u, içeride çıkan yangında can verdi. Bu feci olayın tarihi 8 Mart 1857'ydi!
İşte bu olay, kadınlarının seslerini duyurabilmesi için yakılan ateşin ilk kıvılcımı oldu!
Bundan tam 54 yıl sonra Alman Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, ölen ABD'li kadın işçilerin anısına 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak anılmasını önerdi, öneri oy birliği ile kabul edildi. İlk anma 1911 yılında yapıldı, Türkiye'de de ilk kez 1921'de kutlandı.
8 Mart, bir kutlama değil, anma aslında! Daha iyi yaşamayı isteyen kadınların, bu uğurda can verişlerinin yıldönümü! Hiç erkek haklarından bahsetmiyoruz mesela, kadın hakları hep dilimizde- kulağımızda! Ya da ‘erkekler günü’ de yok kutlanacak- anacak, ‘kadınlar günü’ diyoruz bağıra bağıra!
Bu
“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir!”
Tolstoy hikayelerine atfedilen bu sözün doğruluğunu, kendim de deneyimleyince anladım! Can dostumla binip de arabaya, şehirden- dertten- keşmekeşten, ruhumuzu kirletenlerden uzaklaşınca!
Velhasıl bizim ‘muhteşem hikayemiz’, çok da uzak olmayan bir diyara yolculukla başladı. O diyarın hikayesi de, bizimle karşılaşınca!
Vardığımız yer, ülkemizin 4.büyük şehri! Ne şehir ne köy olabilmiş, ikisi arasında sıkışmış sanki!
Türkiye’nin teknoloji başkenti olan bu şehir, Osmanlı İmparatorluğu’nun bize kutsal emaneti, Bursa!
Yazının girişine bakınca, uzaklar, denizaşırı diyarlar gelmiş olabilir aklınıza! Mesafesi yakın olsa da İstanbul’a, yarattığı his, yaşattığı duygu bambaşka, tabi ruhunuz buna hazırsa!
Bu duygularla geldik Bursa’ya, bir tatlı huzur da kalmadı artık ya Kalamış’ta, belki buluruz dedik o huzuru, yeşille mavinin eşsiz uyumunu!
Enteresan bir şehir Bursa! Ulaşımın her yere, 15 dakika ile bir saat arasında değiştiği bir şehir! 15 dakikada denize, yarım saatte dağa, 1 s
Ölümü istemek, isteyerek ölmek!
Tuhaf geliyor kulağa değil mi! Değil ölmek, yaşlanmamak için her türlü yolu deneyen, bunun için ahlaka, kanuna hatta bazen insanlığa aykırı yollar deneyen insanoğlunun, ölümü istemesi üstelik bunu hak olarak görmesi, şaşırttı sizi de sanki!
Eski Hollanda başbakanı Dries van Agt’ın, eşi Eugenie ile birlikte ötanazi yoluyla yaşamına son verdiği haberiyle takıldım bu düşüncelere! Her ikisi de 93 yaşında olan çiftin birlikte, bile- isteye ve el ele ölüme gitmek istemesi etkiledi beni- hatta baya etkiledi! Kendi isteğiyle ölmek, intihar mı demek? Yoksa aslında yaşamak gibi ölmek de mi bir seçenek? Kafamın içinde oldu mu sana 40 düğüm, hadi şimdi bunlar nasıl çözülecek?
Yaşamak, ezeli bir savaş olduğundan beri, post-modern bir direniştir ölüm!
Ölüm, belki de doğumdan sonraki tek gerçek! Dışlanan korkumuz, hep uzak durduğumuz! Oysa inanlar için vuslat zamanı, gerçeğe düşen ilk cemre, başlangıçlara açılan yeni bir pencere! Bilinmeze doğru