Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Size son 24 saatimi anlatayım; ne halde olduğumuzu anlayın:
Önceki gece televizyon stüdyosundan çıktım.
Verdiğimiz haberlere şöyle bir baktım:
Bedri Baykam’ı bıçaklamışlardı. Onun yardım isteyen çığlıkları, çevredekilerin akıl almaz umursamazlığı, saldırganın “Tipini, konuşmalarını beğenmiyordum, bıçakladım” açıklaması hâlâ kulağımda çınlıyordu.
Sanatçıların tepkisine rağmen Kars’ta yıkım ekipleri, Erdoğan’ın “ucube” dediği İnsanlık Abidesi’ni yıkmaya hazırlanıyordu.
Yüksek Seçim Kurulu, zaten barajla ezilmiş BDP’nin bağımsızlarını seçime sokmamaya karar vermişti. Meşru siyaset tıkanırsa yeniden silahların konuşma ihtimalinden söz ediliyordu.
Başbakan, şifreli sınav rezaletini protesto eden öğrencilere karşı “Biz de kalkar onların karşısına 5-10 bin genç koyarız” diyordu.
Beyoğlu’nda sanatseverler, Emek sineması yıkılmasın diye yürüyordu.
Hangi “ileri demokrasi”, bir gecede peş peşe bunca kasvetli haberi bir arada sunabilir ki yurttaşlarına?..
* * *
Sabah telefonlar başladı:
BDP’liler protesto eylemi yapacaktı; ilgi istiyordu.
Öğrenciler Başbakan’ın sözlerine karşı eyleme çağırıyordu.
Yaptıkları haberlerden dolayı tutuklanan gazeteci arkadaşlarımızın duruşması vardı.
Balyoz davası avukatlarından biri “Tahliye isteyen hâkime diğer üyeler ‘Dangalak’ diyorlarmış. Bunca yıllık avukatım, böyle saçma dava görmedim. Neden ilgilenmiyorsunuz” diye aradı.
Tarık Akan tedirgin bir sesle telefon etti:
“Heykeli bu gece yıkmaya başlıyorlarmış. İzliyor musunuz?”
Sevgili doktorumuz İrem aradı. Sağlık çalışanlarının greviyle ilgilenmediğimizden yakındı.
Alevi örgütleri listelerde yer bulamadıkları için, Kürtler bağımsız adaylara Meclis yolu kapatıldığı için, sanatçılar İbrahim Tatlıses saldırısına gösterilen ilginin, Bedri Baykam’dan esirgendiği için şikâyetçiydi.
Hepsi sesini duyurmak, tepkisini haykırmak istiyordu.
* * *
Hepsi de haklıydı.
Ve biz, bize ayrılan sütunlarda, sayfalarda, saatlerde bu sesleri duyurmakla yükümlüydük.
Lakin hangi birine, nasıl yetişeceğimizi şaşırmış durumdaydık.
Türkiye, zorlu bir seçime giderken her geçen gün daha fazla geriliyor; adalete güven çöktükçe, hak arama kapıları kapandıkça, insanlar çaresiz kaldıkça ya hakkını medyada savunmak ya sesini sokakta duyurmak yoluna gidiyor.
Bu talepler, “Yıkın şu ucubeyi”, “ben de dökerim 5-10 bin öğrenciyi” üslubuyla karşılandıkça gerilim hepten büyüyor.
Zirveden yükselen öfke bulutu, zaten gergin olan kalabalıkları hepten öfkelendiriyor; kâh küfür oluyor savruluyor, kâh bıçak oluyor saplanıyor, kâh silah olup sıkılıyor.
Sayfaları, ekranları, sokakları, ruhları kasvet basıyor.
* * *
Böylesi bir 24 saatin sonunda “Hangi birini yazsam” diye bu yazının başına oturmadan önce eşim Dilek’i aradım.
O da haberlerin kasvetinden kaçıp bir kitaba sığınmıştı.
“Hepsini birden yaz” dedi ve ekledi:
“Bize vaat ettikleri yeniçağ, meğer ortaçağmış.”