1987 yılı... Köln’de Alevi Federasyonu’nun etkinliği var. Kapalı salonu dolduranların bir kısmı 12 Eylül sürgünleri...
Politik sloganlar atan coşkulu seyirci, heyecanla Arif Sağ’ı bekliyor.
Ancak organizasyonu yapan Ali Haydar Berkpınar, öne bir klasik müzik dinletisi koymuş. Duesseldorf Yüksek Müzik Okulu’ndan genç bir piyanisti davet etmiş. 17 yaşındaki Türk piyanist, yanında bir klarnetçiyle çıkıyor sahneye... Duvar piyanosunda Mozart çalacak.
Sayfaları çevirmek için nota bilen biri lazım. Folklor ekibinin sazcılarından biri bu işle görevlendiriliyor.
Piyanist diyor ki:
“Ben sayfayı ne zaman çevireceğini başımla işaret edeceğim. Gözünü benden ayırma!”
Anlaşıyorlar.
Konser başlarken piyanist, klarnetçiye “Hadi” anlamında başını sallıyor. Notacı, “İşaret geldi” sanıp sayfayı çeviriveriyor.
Piyanist şaşkın, kilitleniyor.
Klarnetçi duruma güleceğim derken kendini tutamayıp klarnetin içine püskürüyor. Klarnet tükürükle doluyor.
Rezalet!
Konser duruyor. Klarnet sökülüp temizleniyor. Kan ter içinde baştan başlıyorlar. Ama sayfalar yine yanlış çevriliyor. Zaten ses sistemi zayıf. Dinleyen yok.
2 genç müzisyen, parçayı bitiremeden konseri kesiyor. Alkış yok.
Berkpınar çıkıyor sahneye... Bir kehaneti dillendirir gibi diyor ki:
“Bugün bu gençleri dinlemediniz, ama onlar yarın dünyanın dinlediği büyük sanatçılar olacak.”
* * *
Fazıl Say, geçen hafta Bodrum Limon Kafe’de “dostların arasında, güneşin sofrasında” anlattı bu gençlik hatırasını...
Çeyrek asır önce Köln’deki türkü gecesinde Mozart çalan o piyanist kendisiydi.
O gece kahkahalar atarak maziyi anımsayan “çocuk”, ertesi gece sahnede, 25 yıl önce Ali Haydar Berkpınar’ın öngördüğü “dünya sanatçısı”na dönüştü.
“Başyapıtım” dediği 2. senfonisi “Mezopotamya”yı çaldı.
Dakikalarca ayakta alkışlandı.
* * *
Mezopotamya, Yunanca “Irmaklar arasındaki ülke” anlamına geliyor.
Dicle ve Fırat arasına kurulmuş medeniyetlerin beşiği, acıların eşiği... Kadim kavimler toprağı...
Fazıl, bugüne uzanan mitolojik bir öykü anlatmış.
Güneşin bereketini, savaş felaketini, ayın karanlık yüzünü, ölüm kültürünü notaya dökmüş. Rolleri çalgılara bölüştürmüş, onları mükemmel bir uyum içinde dövüştürmüş:
Dicle sakin akarken birden Fırat öfkeden köpürüyor. Keman yayları mızraklar gibi havalanıyor. Savaş tamtamları gümbürderken trombonlar Azrail gibi haykırıyor.
Fazıl, bir Hitit çivi yazısını tuşlar gibi vuruyor piyanonun tuşlarına...
Savaşıyor Mezopotamya...
Biri bas flüt, diğeri bas blokflüt, iki çocuk ovada dertleşiyor. Yanlarında “Theremin” adlı bir melek, onlara kol kanat geriyor.
Theremin, elektromanyetik ses dalgalarının titreşimiyle ses veren bir çalgı...
“Melek”, görünmez tellere dokunarak, sanki rüzgârı okşayarak çalıyor.
Ve finaldeki Kürt ezgisinde, kederli bir ananın ağıtına ses oluyor. Son sözü ona veriyor.
* * *
“Başyapıtım” lafı, Fazıl yaşında biri için erken belki...
Ama kuşkusuz Mezopotamya’nın başyapıtı bu...
Bis için sahneye çağrıldığında Aziz Nesin’in şiirinden bestelediği “Sivas Acısı”nı çalıyor Fazıl...
O toprakların çilesinin, asırlar sonra bile bitmediğini hatırlatır gibi...