Vasili şimdi şu kamışlığın içinden çıkabilse, bir top nergis koparsa, götürüp doktora verse, biraz beni bekle doktoramu dese, biz seni çok iyi tanırız, sen çok iyi adam, söylese...
"Bu balıkçı ne zaman gelecek?"
"Şimdi efendim. İkindiüstü demedi mi efendim? Şimdi gelir. Size bir kahve yapayım mı?"
"Yapın yapın, ama beni bırakmayın. Ben de sizinle geleceğim."
"Buyurun efendim, gelin efendim."
Eve birlikte girdiler, evden birlikte çıktılar. Cezveyi, şeker torbasını, kahve kutusunu getirdiler sedirin üstüne koydular, çalı çırpı, odun toplamağa birlikte gittiler, Poyraz önde, doktor arkada geri döndüler, ateşi birlikte yaktılar, kahveyi pişirdiler. Ortalığı bir taze kahve kokusu aldı. Köpüklü kahveleri höpürdettiler. Doktor biraz dinginledi. Kahveyi içince de bir iyice kendine geldi.
"Affedersin Poyraz oğlum," dedi, "dört kapkaranlık dört duvarın arası... Bu gözler neler gördü, bu kulaklar neler duydu... Affedersin."
"Estağfurullah."
"Oysa ben bu adaya yerleşmeğe gelmiştim. Ölünceye kadar burada, bu cennette, buradaki cıvıl cıvıl insanlar arasında yaşamak istiyordum. Oysa dört kurşun geçirmez karanlık duvarı içinde kaldım. Sıkıştıkça sıkıştırıyor. Bir de siz olmasaydınız..."
"Böyle bir cennet boş kalmaz doktorum. Gene dolacak, gene bu ada cıvıl cıvıl olacak?"
"Ne zaman gelecek balıkçı, ne zaman gelecek? Şu tekne sizin değil mi, beni kasabaya atamaz mısınız?"
"Motorum yok efendim. Bir gün bir gecede ancak kasabaya varabiliriz."
"O zaman da ben motorun içinde ölürüm."
"Allah saklasın efendim."
"Allah saklasın, Allah saklasın!" diyerek doktor ayağa kalktı, iskeleye yürüdü, geri döndü. Homurdanmağa başladı, "çatlamak, çatlamak... Ada, dünya, kurşun geçirmez karanlık... Duvar, aşılmaz... Sıkıştırıyor."
FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (31)
|
|
Kiliseye kadar çabuk çabuk gitti. Poyraz da arkasından... Kiliseye gitti, içerde üç tur attı, geriye döndü, iskelenin ucuna geldi, elini alnına götürdü uzun uzun, dönerek, denize baktı. Gene kiliseye koştu, geldi sedire oturdu, konuştu konuştu. O kadar güzel konuşuyordu ki, söylediklerini usta bir masalcı gibi anlatıyor, dilinden ballar akıyordu. Poyraz Musa, keşki burada kalsa, onun elini ılıktan soğuğa vurdurmaz, gider kasabadan ona bakacak bir de kadın getirirdim, diye düşündü.
Doktor, sözünü tam konunun ortasında kesti, ürkmüş, fıldır fıldır kuş gözleriyle yöreye kuşkuyla, korkuyla baktı, ayağa fırladı iskeleye gitti, dönerek denizi taradı, orada bir süre bekledi, çınarlara geldi, evlerin arkasına gitti, bir topak bulut gibi toprağa çökmüş armut ağacının dibine vardı:
"Gel Poyraz Musa oğlum gel, kokuyor, kokuyor, uğulduyor, arılar, arılar, uğulduyor."
Poyraz onun sevinçli sesine koştu.
"Bak," dedi, "bak," kendinden geçmiş," bak! Ne müthiş bir ağaç, ne koku. Ne çok arı, ne kadar, ne kadar çok arı. Bu adada bu kadar kaldım da bu ağacı görmedim." Boynunu büktü, hüzünlendi. "O zamanlar kandan, ölümden, irinden başka bir şey mi görüyordu insanın gözü."
Gene birden:
"Bak, bak," dedi, "bak, bak! Şu kuşa bak!"
Poyraz Musa gösterdiği dala baktı, orada bir kuş, boynunu içine çekmiş, yumulmuş uyuyordu.
"Bak, bak!"
Poyraz Musa şimdiye kadar böylesine pırıltılı, dehşet bir mavide balkıyan bir kuş görmemişti.
"Bak, bak! Cennette bile böyle bir mavi var mıdır?"
"Yok," dedi Poyraz.
"Yok," diye yineledi doktor, "Yok."
Poyraz, doğudaki burundan gelen balıkçı teknesini gördü. Bir türlü dili varıp da gözlerini kuşa dikmiş kalmış doktora teknenin geldiğini söyleyemiyordu.
Boynunu içine çekmiş, başını uzattı, gözleri fıldır fıldır döndü, biçimli kara, uzun gagasını kanadının altına soktu kaşındı, kanatlarını açtı, gerindi, birkaç kez kanat çırptı, sonra da denizin üstüne uçtu gitti. Doktor uçan kuşu izlerken gelen tekneyi gördü, dingin bir sesle:"Şu gelen bizim tekne değil mi?"
"O," dedi Poyraz bozulmuş, küsmüş bir sesle: "O." Dudakları sünmüştü. "O."
İskeleye indiklerinde tekneyi iskeleye yanaşmış buldular, doktor hemen atladı, güvertede bekledi.
"Gene geleceğim Poyraz oğlum," dedi. "Bu ilk gelişim. Adayı böyle bomboş bulacağımı beklemiyordum. Gene geleceğim. Hem de yakında."
Poyrazın boğazına bir yumruk gelmiş tıkamıştı. Ağzını açamıyordu. Tekne gözden ırayıncaya kadar olduğu yerde durdu kaldı.
Vasili, kamışlığın içinden ılgınlara kaydı, "pis adam, korkak, ödlek, insanlıktan çıkışmış. Biz de gördük savaşı. Senin Çanakkalen yanında çocuk oyuncağı kalır. Kimse senin gibi delirmedi."
Dedi, çok işler oldu İstanbul şehrinde. Dedi, İstanbul şehri bir kan deryasıdır. Çok padişah, çok sadrazam, çok vezir öldürüldü. Dedi, Sultan Osman on dokuz yaşında boğulmadan önce ırzına geçildi Yedikule zindanlarında. Sultan Osman hem Padişah, hem de Peygamberin vekili, halifesiydi, Devleti-ali Osmanda. Dedi, başka başka çok büyük işler oldu İstanbul şehrinde, sel gibi kanı akıtıldı fakir fukarının. Dedi, İstanbul şehrinde olanlar anlatılamaz, dile gelmez. Kelimeler yetmez. Padişahlar oğullarını, oğullar padişah babalarını, padişahlar bütün kardeşlerini doğradılar. İstanbul şehri bir ölüm, bir kırım yeridir.
Dedi, çok işler oldu İstanbul şehrinde, dile gelmez. Dedi, İstanbul şehrinde prensler, gözlerine mil çekilerek adalara atıldılar. Hem de ada zindanlarına. Zindanlarda ölmüş kör edilmiş prenslerin kemikleri, Bizanstan bu yana zindanların dibindedir. İstanbul adalarının adına Prens Adaları, diyorlar, zindanlarda ölmüş, ölüleri kokmuş çürümüş prenslerden dolayı. Dedi, Osmanlı çok iyi, çok merhametliydi. Dedi, hastalanmış, yozlaşmış, delirmiş, insanlıktan çıkmışlardı, çocuklarının, kardeşlerinin gözlerine mil çektikten sonra hem de adaya, hem de zindana atmıyorlar, hemen boğduruveriyorlardı. Dedi, Osmanlı çok büyük bir
dünya devletiydi. Devleti Osmaniyenin selameti uğruna bin kardeş feda olsun, diyorlardı. Osmanlı çok iyi, çok merhametliydi. Oğullarını, kardeşlerini öldürüyorlar, ölülerinin üstüne gözyaşı döküyor, dualar ediyor, namazlar kılıyorlar, görkemli törenler düzenliyorlardı. Kör edilip zindanlara atılmış prenslerin adalarını, Büyükadayı, Heybeliyi, Burgazı, Kınalıyı, Yassıadayı, Sivriadayı biliyorlardı. Dedi, Osmanlı çok merhametliydi. Bizanslıların yaptıklarını yapmıyorlar, hemen öldürüyorlardı. Dedi, Çanakkale binlerce insanı aldı götürdü. Dedi, bu savaşta ne işi vardı Osmanlının, alışkanlık, çöl Arabistanda, Viyana önlerinde ölen, dokuz yıl askerlikte çürüyen insanların ne işleri vardı oralarda, alışkanlık, bir de Anadolunun, alışkanlık. Dedi yedi deniz ortasında Giritte ne işi vardı Osmanlının, dedi, zürriyetini kesmek Anadolunun. Dedi, Osmanlının bir bildiği vardı bu işte. Dedi, Sivriada, Sivriada deyince sözünü kesti, bir süre orada durdu. Gözleri buğulandı. Adalar karanlıktır, cehennemdir. Ben bu adaya gene geleceğim. Hele bir toparlanayım. Sivriadada oldu olan on on beş yıl önce. Dedi var idi bir Şehremini, toplatmış idi bütün köpeklerini İstanbulun, doldurmuş idi Sivriadaya. Dedi İstanbulda beş yıl hiç bir köpek kalmadı. Dedi, İstanbul şehri bomboş kaldı. Sivriadada köpekler üstüste yığıldılar, sivri, keskin kayalıkların aralarına, su yok, yiyecek hiç bir şey yok. Köpekler açlıktan susuzluktan, deniz suyu içip yanaraktan, hep bir ağızdan gece gündüz hiç kesmeden ürüşmeğe başladılar. Dedi, o kadar çok ürüşüyorlardı ki, sesleri İstanbuldan duyuluyordu. Sivriadanın yakınlarından geçmez olduk. Bilmeyip de geçenler, kulaklarını tıkadılar. Balıkçılar, Sivriadanın yakınlarına bile uğramadılar. Köpekler, sonunda birbirlerini parçaladılar, birbirlerinin etini yiye yiye tükendiler. Şehremini, bir yıl sonra, birincisinden de daha çok binlerce köpeği adaya doldurdu. Onlar da birbirlerini yediler, bitirdiler ... Üçüncü, dördüncü yıl ... Dedi, şehremini ölmedi, daha yaşıyor. Osmanlı çok merhametli, çok iyidir, köpeklerin gözlerini oymuyor, dedi.
Poyraz Musa yarı uykuda yarı uyanık sabahı zor edebildi. Doktorun sözleri kulaklarında çınlıyordu: "Gene geleceğim, gene geleceğim buraya, hele bir kendime gelebileyim."
Dedi, bir tek köpek kurtuldu Sivriadadan, milleri yüze yüze Burgazadasına geldi, kıyıya, kumların üstüne serildi kaldı. Dedi, merhametli insanlar onu gördüler. Bir derin derin soluk alıyor, bir, soluğu kesiliyor, küçük, tüyleri birbirine yapışmış, daha da küçülmüş turuncu köpek cansız kalıyor, sonra da birden karnı kabarıp inerek soluk alıyor, kıyıda, onun macerasını, yani Sivriadadan kaçıp canını kurtardığını bilenleri sevindiriyordu. Dedi, bir baytar, kalabalığın arasından sıyrıldı geldi, kucakladı köpeği götürdü. Bir hafta sonra küçük turuncu köpekle adada dolaşıyor, dedi, sevinçlerinden insanlara gözyaşı döktürüyorlardı.
Aşağıya, çeşmeye yüzünü yıkamağa indi. Başı uyuşmuş gibiydi. Başını suyun altına soktu, bir süre tuttu. Kokulu sabunla ova ova yüzünü yıkadı, kurulandı. Doğrulup ayağa kalkınca, sedirin üstünde bir karartı gördü. Ürktü, belindeki tabancasına elini attı, olduğu yerden bir süre ayrılamadı, sonunda kendini çınarın arkasına attı:
"Kimsin sen?"
Sesi alacakaranlıkta, korku dolu, çınladı.
"Benim," dedi sedirde oturan kişi, yerinden kıpırdamadan.
"Sen kimsin?"
"Beni mi sordun, ben Hançerli Efeyim."
"Ne dedin ne?"
"Bana da derler Hançerli Efe."
"Kalk da buraya gel."
"Bana da derler Hançerli Efe. Sen buraya gel."
Hançerli Efe, olduğu yerden hiç kıpırdamıyor, istifini bozmuyordu.
"Geliyorum."
Poyraz, biraz ürkerek, biraz da korkarak, eli tabancasının üstünde gitti Hançerli Efenin karşısında durdu.
"Adamıza hoş geldin."
"Hoş bulduk. Gel otur şöyle yanımdan." Eliyle yanından Poyraza yer gösterdi. Alacakaranlıkta birbirlerinin yüzünü ancak seçebiliyorlardı. Poyraza öyle geldi ki, bu adamın dizlerinin üstüne uzatılmış bir tüfek var.
"Hayrola bu gece yarısı?"
"Gündüz gelemezdim."
On dört yaşında Çakırcalı Efeye kızanlık için gitmiş, Çakırcalı ona bakmış bakmış, anasının avutamadığı, babasının büyütemediği hep benim başıma mı toplanacak, demiş. Nerde tüfeğin diye de sormuş, bu da belinden uzun, iki yüzlü Çerkez hançerini çekmiş, Efem, demiş, baksana, ne güzel bir hançerim var. Bu, Çakırcalı Efenin hoşuna gitmiş, çok gülmüş. Kızanlarına, şu hançerli efeye bir tüfek, fişeklikler, mermiler getirin, demiş. Kızanlar hemen koşmuşlar, ona yepyeni, pırıl pırıl bir tüfek getirmişler. Çakırcalı Efe sormuş, sen hiç tüfek kullandım mı? Hançerli Efe hazırola geçmiş, kullandım Efem diye bağırmış. Çakırcalı Efe, kullandınsa göster hünerini. Hançerli Efedir, sağ dizini yere koymuş, söyle Efem, nereyi, neyi vurmamı istiyorsun? Efe, kızanlarına buyurmuş, gidin de şu ağacı gövdesine bir küçük halka çizin. Ağaç ne uzak ne de yakınmış. Kızanlar bu piç kurusunun tavrına kızmışlar, bir tanesi gitmiş küçük bir halka çizmiş ağacın gövdesine. Hançerli Efenin bu kadar küçük bir hedeften gözü korkmuş ya ne yapsın, gez göz arpacık, beş kurşunu halkanın tam ortasına üstüste geçirmiş. Çakırcalı Efedir, Hançerli Efeyi iki gözlerinden öpmüş, sen, demiş, başıma bir hal gelecek olursa benim yerime geçeceksin. Kızanları çağırmış, ben, demiş, Hançerli Efeyi sizin başınıza efe yaptım. Ben sağ oldukça, bugünden sonra Hançerli Efe benim vekilimdir. Her buyruğu da, ben olayım olmayım, benim buyruğumdur. Benden sonra da Hançerli efe sizin başınız, efenizdir. Ben bu yaşa geldim, bunca efeyle kapıştım, Kamalı Efe gibi bir efeyi hakladım, bunca efe duydum, gördüm, ben böylesi bir nişancıya hiç rast gelmedim. Allah onu devlete, millete, Ali Osmana bağışlasın. Bu çocuk efe çok, çok büyük bir efe olacak, Köroğlu gibi zenginden alacak fakire verecek. Aman onun yöresinde iyi kenetlenin.
Ortalık yavaş yavaş ağarıyor, Hançerli Efe bütün görkemiyle ortaya çıkıyordu. Çok iri, geniş göğüslü, uzun boylu bir kişiydi. İlk bakışta göze onun çapraz atılmış, bir koşar da beline bağlanmış fişeklikleri, sırmalı çepkeni, kırmızı, mavi Bursa işi ipekli mintanı Göze çarpıyordu. Elmacık kemikleri çıkık, öküz gözleri kadar büyük hüzünlü kara gözleri, geniş alnı, kalın kaşları, palabıyıkları, kartal burnu onun görkemine daha bir heybet getiriyor, göreni korkutuyordu. Bacaklarının üstüne uzattığı tüfeğinin kundağı sedef işlemeliydi. Başındaki binbir çiçekten örülmüş, mor fesinin üstüne özenle bağlanmış yemenisi göz alıcıydı.
Çakırcalı Efe öldürüldüğünde o, o günkü çatışmada yokmuş, başka bir yerde candarmalarla çarpışıyormuş. Gün akşama ererken de candarmaları bozmuş, onları kasabanın içine kadar kovalamış. Geri, Çakırcalının yanına dönmüş ki, ne görsün, Çakırcalı vurulmuş, mağaranın içinde yatıyor. Çarpışma da bütün şiddetiyle sürüyor. Nerdeyse kuşatılıp yakalanacak ya da toptan ölecekler.
"Bre amanın ahmaklar, hödükler ne yapıyorsunz, yandık, yandık," diye bağırmış Hançerli Efe. "Bir yarma harekatına geçmezsek bunlar bizi öldürecekler. Efenin vurulduğu da bilinmesin."
Çakırcalı Efenin babası Çakırcalı Ahmet Efenin babasının bir kızanı varmış, adına da Kürt Hacı derlermiş. Çakırcalı Efenin de akıldaneşiymiş. "Ne diyorsun Hançerli Efe?"
Hançerli Efe ne diyecek, "başını kesip alalım, göğsünden onu tanırlar." Göğüs derisini yüzmüşler, başını da almış, gece de kuşatmayı yarmışlar, çıkıp gitmişler. Hacı demiş, ben bir çocuğun buyruğuna giremem. Çok tartışmışlar, Hançerli Efe bakmış ki, kan çıkacak, Hacı da çok büyük, aksakal bir efe, ben gidiyorum, iyi etmiyorsunuz ya olsun. Sonunuz, bensiz kötü olacak. Sonları da kötü olmuş, candarmalar hepsini bir evde kuşatmışlar. Eve vermişler ateşi. Tahta konak, kav gibiymiş, hemen parlamış. Evden dışarı çıkanları da kurşunlamışlar.
Hançerli Efe, Karıncalı Dağa çıkmış kendine bir çete kurmuş. Yanına yedi kızan almış. Her bir kızanı birer kaplan gibiymiş. Hepsi de çok merhametli insanlarmış, ellerinden geldiğince adam öldürmüyorlarmış. Zenginden almış fakire vermişler. Fıkara, öksüz kızları, delikanlıları başgöz etmişler. Derken Yunanlılar İzmire çıkmışlar. Efeler dağda bir konuşuk düzenlemişler, Yunanla döğüşmeğe karar vermişler. Başlamışlar döğüşmeğe. Demirci Efe gelmiş ona, böyle tek tek olmaz, birleşelim, demiş. Hançerli Efeye bu öneri uygun gelmiş. Başlamışlar Yunan ordusunu hırpalamağa. Bu sıralarda da kasabalarda, illerde köylerde padişahçılar türemiş, Kemalcilere düşman olmuşlar. Gittikçe de güçleniyorlarmış.