1940’lı yıllar. Bertolt Brecht, “Lukullus’un Sorgulanması” adlı eserinde bize dünyanın yeniden sorgulanmasının neden gerekli olduğunu anlatır. Eser, General Lukullus’un ölümünden sonra “Öbür Dünya”da sorgulanışını konu alır. Alt sınıftan oluşan “Ölüler Mahkemesi”nin karşısına çıkan komutandan dünyada “iyi” ve “kötü” ne yaptıysa anlatması istenir. Hangisi ağır basarsa… İyiyse hayata yeniden başlayacak, kötüyse hiçliğe mahkûm edilecek.
General Lukullus, mahkemeye nasıl başarılı bir komutan olduğunu; Roma’ya kazandırdıklarını, şanını, şöhretini, madalyalarını, savaşlarla kazandığı zaferleri anlatır: “Şunu yaptım, bunu yaptım, orayı aldım, burayı yok ettim…”
Mahkeme tek bir soru sorar: “Peki insanlığını kanıtlayabilecek ne yaptın?”
Cevap veremez…
Tanıklar da dinlenir… Onlar da komutanın neden olduğu trajediden, savaşın yıkımından insanlara çektirdiği acılardan söz eder. Fakat orduda görev yapan bir aşçı, bir seferden dönerken Roma’ya kiraz ağacı getirdiklerini söyler… General’in emriyle kiraz ağacı getirilmiş ve dikilmiştir.
Ölüler Mahkemesi, General’in hayatı boyunca yaptığı tek iyiliğin, bir ağaç getirip dikmesi olduğuna karar verir. Ve onu hiçliğe mahkûm eder.
"Şehirler betona gömülürken “Şehir planlamacıları nerede?” diye sormayıp, o şehirler yıkıldıktan sonra şehir planlamacılarına, “Şimdi ne yapmak gerekiyor?” diye sorulması, bize özgü bir trajedi olsa gerek!
***
Depremde yerle bir olmuş yıkılan binaların dışında dikkatinizi çeken bir şey oldu mu? Mesela onca yıkıntının arasında hiç ağaç gördünüz mü? Kaç ağaç vardı? Bu aralar gazetelerde, ekranlarda, sosyal medyada, şehir planlamacıları bir beton yığını haline getirilen deprem bölgesinde, şehir planlamacılığının nasıl olması gerektiğini anlatıyorlar. Peki, bu şehir planlamacılar rant temelli, denetimsiz, imara aykırı, bina üstüne bina çıkarak büyüyen (!) ve felakete zemin hazırlayan şehirler kurulurken neredeydi acaba?
Şehir planlamacısı dediğimiz şey; bir şehrin yapısal olarak hem düzenli hem de planlı gelişmesinin sağlanması adına öneri ve projeler oluşturan kişi değil midir? Aynı zamanda oluşturdukları önerileri ve projeleri uygulamaya geçiren. Ve hatta öneri oluşturulurken şehri etkileyecek bütün mekânsal, kültürel, sosyal ve teknik faktörleri göz önünde bulunduran...
***
Dolayısıyla devlet, yerel yönetimler, bölge halkı, medya, odalar, sivil örgütlenmeler ve hatta mahalle sakinleri, şehirler betona gömülürken, “Şehir planlamacıları nerede?” diye sormayıp, o şehirler yıkıldıktan sonra şehir planlamacılarına, “Şimdi ne yapmak gerekiyor” diye sorulması, bize özgü bir trajedi olsa gerek! Oysa Türkiye’de 33 üniversitede şehir ve bölge planlama bölümü var ve bu üniversitelerden her yıl 2 binin üzerinde şehir plancısı mezun oluyor. Fakat bunların da neredeyse tamamı işsiz! İki yıl öncesine kadar şehir planlayıcısının yüzde 86’sının iş bulamadığını, yüzde 15’inin de planlama alanı dışında çalıştırıldığını biliyor muydunuz mesela…
Eğitim ve istihdam politikaları arasındaki dengesizliği bir tarafa bırakıyorum. Mesela ülke inşaat halindeyken, şehir planlamacılarının ne yaptığını, nerede olduğunu merak eden oldu mu? Ülkedeki çarpık kentleşmenin yıllarca “seyircisi” durumuna düşürülen meslek odaları, şimdi kalkmış “Depremden etkilenen kadim kentlerimizin tarihsel bölgelerinin koruma ilkeleri çerçevesinde onarımı ve planlanmaları önemli, depremzede vatandaşlarımızın mutlak şartla istek ve arzularının planlama sürecine dâhil edilmesi gerekmektedir” diyor.
***
Türkiye kendi deprem gerçeğini zor idrak eden bir ülke. Vatandaşın arzusu, evinin altına kolonları kesilmiş bir dükkân, üstüne bir kat daha çıkabileceği bir bina yapmaksa ne yapacaksınız? Park yerine rezidans isterse? Bu ağaçlar manzaramı kapatıyor derse, meslek odalarının bilimsel desteğini almak istemezse ne olacak? Felaketin tekrar etmemesi adına bilimsel destek zorunlu kılındığı halde, kamusal alanlara sahip, altyapısı güçlü kentler yaratmanın bugüne kadar önüne geçen neydi sizce?
Yani demek istiyorum ki, “Depremzede vatandaşlarımızın mutlak şartla istek ve arzularını dikkate alan” ezber cümlelerle “kadim” dediğiniz şehirler yeniden oluşmuyor. Bu ülkenin öncelikle; tarihe, bilime, insana ve çevreye saygısı olan siyasetçilere, şehrine fazladan bir çivi çakılsa kıyameti koparan bir halka; ahlaklı, dürüst yerel yöneticilere, çarpık kentleşmenin önüne geçecek bilinçli yatay karar mekanizmalarına baskı yapan yerel örgütlenmelere ihtiyacı var.
Fakat bizim gibi ülkelerde felaketin yıktığı şehirlerin en mağduru genellikle yoksullar olunca, bu insanların “yazgısı” da her defasında yıkıma neden olanlarla, o yıkımı düzeltmeye kalkanların insafına kalıyor. Derler ya “İnsan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir” diye. Bizim iyiliğimiz de kötülüğümüz de kendi cehaletimizden ne yaratırsak ondan ibaret oluyor… Belki de iyilik yapmadan önce kötülüğün ne olduğunu öğrenmeliyiz.