Başka ülkelerin yönetimlerine müdahale etmeyi neredeyse kendi varlık sebebi haline getiren ABD, “karanlık ittifak”larını sürdürmekten vazgeçmedi
Amerikalı Gary Stephen Webb’in trajik hikâyesini bilir misiniz? Kendi kuşağının en cesur araştırmacı gazetecilerindendi. Üstelik 1996 yılında CIA ile büyük uyuşturucu satıcıları arasında bağlantıyı ortaya çıkartan bir gazeteci. Bunu da Nikaragua’da sosyalist Sandinista yönetimini devirmek için isyancıları finanse eden Amerika’nın, uyuşturucu kaçakçılığı ile Reagan rejiminin sağcı terörist gruba verdiği desteği belgeleyerek yaptı. Bu bağlantıları anlatan makaleleri ve “Karanlık İttifak” adlı kitabı, üç resmî soruşturmanın önünü açınca birileri düğmeye bastı. Webb’in 30 yıllık mesleki başarısı, aldığı ödüller bir anda yok sayıldı. Hükümete yakın Amerikan medyasının saldırısına uğradı. Beyaz Saray’ın gölgesinde kurumsal bir linçe maruz kaldı. Bütün mesleki itibarını elinden aldılar. Başlangıçta ondan övgüyle bahseden kendi gazetesi Mercury News bile onu, ölüm ilanları yazdırarak yıldırmaya çalıştı. İstifa etti. Onun haberciliğini karalayan meslektaşları yükseldi, o ise hiçbir yerde iş bulamaz hale getirildi.
Ve sonrası daha büyük bir trajedi… Webb hakkında okuduğum onlarca makalenin özeti buydu: 10 Aralık 2004 sabahı Webb’in cesedi yatak odasında bulundu. Kafasında iki kurşun yarası vardı. Buna rağmen ölümü kayıtlara “intihar” olarak geçti.
Utanç verici tarih
Dünyanın neresinde olursa olsun artık biliyoruz ki araştırmacı gazeteciler; siyasi otorite, hükümetler, gerçeğin açığa çıkmasını istemeyen güç odakları için daima büyük bir tehdit oluşturuyor. Kendisine demokrasiyi referans alan ülkelerde, ABD’de de bile bu böyle. Dolayısıyla yıllar sonra Webb’in “intihar”ı üzerine bazı gazeteler günah çıkardı. “Utanç verici gizli bir tarih” gibi başlıklar atılsa da başka ülkelerin yönetimlerine müdahale etmeyi neredeyse kendi varlık sebebi haline getiren ABD, “karanlık ittifak”larını sürdürmekten vazgeçmedi.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’a yönelik eleştirileriyle bilinen ve Washington Post gazetesinde köşe yazarlığı yapan Cemal Kaşıkçı cinayetinde olduğu gibi. Dolayısıyla Trump başkanlığındaki ABD’nin 2 Ekim 2018’de İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda vahşice işlenen Kaşıkçı cinayeti raporunu saklaması, cinayetin üzerini kapatmaya çalışması hayli anlaşılır bir durum.
ABD demokrasisi
Ama Kaşıkçı cinayeti nedeniyle Suudi Arabistan yönetiminden hesap soracaklarını dile getiren yeni Başkan Biden’ın sözlerinin arkasında durmaması dünya medyasında şok etkisi yarattı. Daha da kötüsü Biden yönetimi, dünyanın gözünün önünde Kaşıkçı istihbarat değerlendirme raporunda cinayetle suçlanan bazı isimleri sildi. Muhammed Bin Selman’a ise “gerekirse” bir yaptırım uygulama kararı aldı. Yani ABD’nin gözünde veliaht, cinayetin faili ama aynı zamanda istediği zaman kullanabileceği bir joker.
Madem cinayetin azmettiricisi belli, cinayetin neden Türkiye’de işlendiği sorusuna da yanıt verilmeli. Neden Türkiye? ABD, daha ne olursa Selman’a “gerekirse” yaptırım uygulama hakkına sahip olacak? Orta Doğu’yu bir tarafa bırakalım. Mesela sadece Yemen’de yüzlerce sivilin öldürüldüklerini ortaya koyan belgelerde “suç ortağı” olma riski, böyle bir kararın alınmasındaki gerekçelerden biri olabilir mi? Ya da Suudilerin askerî, siyasi ve lojistik yardım karşılığında ABD’ye ödedikleri milyonlarca dolar?
Sonuçta; demokrasiyi uygulama kararlılığı, her ülkenin kendi menfaatine göre değişiyor. Ne oldu şimdi? Kaşıkçı raporunu güya saklamayan ama istediği gibi yorumlayan ABD’de demokrasi mi kazandı?