Adalet kapısının önü hep hıncahınç dolu. O kapının önünde; öldürülen, kaybolan kızları ve oğulları için adalet arayan aileler var.
Şiddete, tecavüze, istismara uğrayan çocuklar var.
Çetelerin eline düşenler, uyuşturucuya bulaşanlar var.
Hırsızların, dolandırıcıların, katillerin bırakılmalarına isyan edenler var.
Bakıma muhtaç insanlara zulmün normalleştirilmesine karşı çıkanlar var.
Ve koca bir toplumda, o kapının önünde bekleyen herkesten bir parça var!
Manzara bu.
***
Bu manzara hiç değişmiyor. Tıpkı Franz Kafka’nın “Dava” romanındaki gibi.
Kafka’nın kitabında, bir köylü, adalet kapısına gelir ve içeri girmek ister.
Kapıda duran bekçi ona engel olur, ‘şimdi olmaz’ der.
Köylünün adalete olan inancı o kadar büyüktür ki, yıllarca adaletin kapısında sabırla bekler ama kapı ona bir türlü açılmaz.
Öleceği gün o kapının gerçekte onun girmemesi için yapıldığını öğrenir.
Kafka’nın bu hikâyesi, modern hukukun adalet yerine gücü korumayı nasıl önceliklendirdiğine dair etkileyici bir metafordur.
***
Bugün Türkiye’de yargı süreçlerinde bu metafor sıkça karşımıza çıkıyor.
Adalet bireyin hak arayışını sürdürmesi için bir umut ışığı gibi görünse de ulaşılmazlığı ve bireyin sistem karşısındaki çaresizliği hiç bitmiyor.
Bu yüzden suçlular salıverildikçe, kapının önünde adalet bekleyen mağdurların da sayısı artıyor.
Örneğin geçen hafta bu manzara her zamankinden daha dehşet vericiydi;
Niğde Engelsiz Yaşam Bakım Rehabilitasyon Merkezi’nde çalışan bakıcılar yargı karşısındaydı.
Engelli çocuklara yaptıkları eziyet yüzünden…
Dövmüşler, yerlerde sürüklemiş, üzerlerine kapıları kilitlemiş ve aç bırakmışlar.
Ta ki, dokuz yaşındaki epilepsi hastası Mustafa Çelik’in ölümüne sebep oluncaya kadar.
Savcılık suçun işkence suçu kapsamında değerlendirilmesini istese de 26 bakıcıdan sadece 14’ü tutuklu…
Peki bu vahşete tanık olup sessiz kalanlar suçlu değil mi?
***
Bitmiyor, organize kötülük pek çok davada da karşımıza çıkıyor. Mesela günlerdir devleti ve aileleri dolandırmak için onlarca bebeği bilerek öldürdüğü öne sürülen bir çete ile karşı karşıya bırakıldık…
Bir grup doktor, hemşire, acil servis çalışanlarından oluşan bir çete…
2016’dan beri devleti dolandırmakla kalmamış, savcıyı tehdit etmiş, bebeklerin fişini çekecek kadar insanlık dışı uygulamalarla birbirlerinin günahlarını örtmüşler.
22’si tutuklu 47 sanıklı davada bazı sanıkların itirafları mide bulandırıcı.
Her satırı kötülüğün dehşet verici boyutlarını ortaya koyacak kadar vahim.
***
Bu tür suçların normalleştirmesi, bireyi sadece adalet arayışında çaresiz bırakmıyor, bireysel mücadeleyi anlamsızlaştıran sistem eleştirisini de somut bir gerçeğe dönüştürüyor.
Oysa kanunlar ve adalet mekanizmaları, kendi meşruiyetini korumak için değil, mağdurların haklarını savunmak, insanlık onurunu korumak için yapılır.
Kafka’nın köylüsü gibi adalet kapısındaki bekleyiş, belki bizi öldürmez o bir umuttur beklersin, ama bizi asıl öldürecek olan bu çeteleşmiş kötülüğün yaygınlaşması olacak.
Çünkü biliyoruz ki, adalet, erişilebilir bir hak arayışına dönüşmezse, adalet arayanlar kapının önünde ‘beklemeye’ giderek kalabalıklaşan suçlular da içerde ‘korunmaya’ devam edecek…
Ve biz hep olduğu gibi yine yitirdiklerimize bakıp yine aynı çaresizlikle feryat edeceğiz:
Vah güzel ülkem, vah!