Geçen hafta yaptığım Karantina Günlerinde Sanat dosyasına bu hafta da devam ediyorum. Aralarında Halil Altındere, CANAN, Murat Germen, Neriman Polat, Şükran Moral ve TUNCA’nın olduğu sanatçılara şu soruları sordum: Sanatsal pratiğinize hiç hakim olmayan bir izleyiciye, çalışmalarınızı anlatmanız gerekse, zihninde canlandırabileceği şekilde biçimsel ve kavramsal açıdan nasıl tarif ederdiniz?
HALİL ALTINDERE:
Üretimlerim ziyaretçiyle diyaloğu önemsiyor. Günlük yaşantımızda gördüğümüz şeyleri farklı şekillerde ifade ediyorum. Sadece beyaz küp içinde anlamlı olan veya sanatı takip eden insanlara yönelik değil yaptığım işler; ekonomik ve sosyal olarak sanatla buluşamayacak olan insanları da sanata çekme, kısacası herkesi sanata dahil etme üzerine yoğunlaşıyorum. Gündelik hayatımızda gördüğümüz şeyleri alıp, farklı bir fonksiyonla ziyaretçiye sunuyorum. Sıradan bir nesne benim sergimde farklı bir anlam kazanabiliyor. Üretimlerimde kullandığım her şey gündelik hayat içinde var. Tüm eserlerimde hayatın kendisine yer veriyorum. Hatta bu sınırların bulanıklaşması hoşuma gidiyor. Örneğin mülteci bir astronot, benim yarattığım kurgusal bir karakter gibi görünüyor, ama gerçek. Ya da Carpetland işimdeki halı tarlası, sanki ben yerleştirmişim gibi ama aslında ready-made. Veya cüce güvenlik görevlisi sanki hep orda, işinin başındaymış gibi geliyor insanlara.
CANAN:
Ben sanat yapıtının samimi üretildiği sürece ister sıradan olsun ister profesyonel izleyici olsun herkes tarafından anlaşılacağını düşünen bir sanatçıyım. Genel kanı güncel sanatın kolay anlaşılamaz olduğu ve anlamak için belli bir pratiğe ya da eğitime sahip olmak gerektiğidir. Oysa sanat izlemek bir kitabı okumak, bir filmi seyretmek ve hatta bir müziği dinlemek gibidir. Bilmediğiniz bir dilde bir müzik dinlediğinizde sözlerini anlamadığınız ve üretenin hangi şiarla ürettiğini bilmediğiniz halde ruhunuza hitap ettiğiniz için duygulanırsınız haz alırsınız tutkuyla dans edersiniz coşkulanırsınız arkadaşlarınızın da aynı heyecanı paylaşmasını istersiniz belki ağlarsınız belki de üzerinde fikir yürütürsünüz bazen de sanatçının ya da bu müzik üzerine yazılmış bir yazıyı okursunuz ve aynı düşündüğünüzü fark edersiniz. Sanat da böyle bir şeydir eğitim gerektirmez ve sanatçının kılavuzluğu olmadan anlaşılır. Çünkü öncelikli olarak sanat yapıtı sanatçısına ihtiyaç duymadan kendini anlatır. Bir çeşit ayna vazifesini görür. Sanatçı kendine ait bir duygu ya da düşünceyi aktarırken aslına bakarsanız izleyici sanatçıyı değil tam tersi kendini bulur. Sebebi ortak noktalarımızın olmasıdır. Ben kişisel olarak sanat yapıtımı anlatırken ve sanatsal pratiğimi özetlerken sembollerden yola çıkıyorum. Sembollerin hayatımızın tüm alanında yer aldığını ve güzellikler dili olduğunu ve sembollerin de doğadan esinlendiğine inanıyorum. Dolayısıyla, sanatın tüm alanında ister dans ister sinema ister müzik ister edebiyat her zaman sembollerin sanatın vazgeçilmez dili olduğuna inanan birisi olarak öncelikli olarak sezgilere hitap ettiğine inanıyorum. Aynı şu anda size bu sorunun cevabını verdiğim gibi anlattığımda aslında sanatımı izleyen kişi, sanatımı neden anladığını da anlıyor. Çünkü zaten sanat yapıtı kendini anlatıyor.
NERİMAN POLAT:Ben kafamda dolaşan sorular ve ruhumu daraltan konulardan yola çıkarak üretiyorum. Bir tür felsefe yapmak ya da kişisel politika üretmek gibi bir yöntem. Üzerinde mutlaka çalışmalıyım dediğim konularım var, bu konulara sadece kişisel değil toplumsal olaylar üzerinden de bakmaya çalışıyorum. Çalışma yöntemlerim ve konularım çeşitlilik içeriyor. Bu nedenle üzerinde yoğunlaştığım konuyla ilgili olarak tekniğim beliriyor. Ne söylemek istediğimi bulabilmek için uğraşıyorum, bunun bir anlamı var mı diye düşünüyorum. Kişisel ve toplumsal travmalarımızın çakıştığı yerlere ilgi duyuyorum. Toplumsal açmazlar, çelişkiler, kutuplaşmalar görselleşen dilimin parçaları oluyor. Bu parçalar fotoğraf, video, yazı, tekstil gibi malzemelere dönüşüyor.
MURAT GERMEN:Öncelikle fazla tüketme / büyüme / kirletme, israf, ifrat, kibir, vb. konularda hassasiyetlerim olduğunu anlatmakla başlardım; diğer deyişle, eteğimdeki taşları dökerdim. Korona virüs salgını sayesinde insandaki bu kibir yerini endişe, korku, paniğe bıraktı ve bu pandeminin çok az sayıdaki olumlu yönlerinden birisi olarak bunu görüyorum. Daha sonra hangi meslek eğitimlerini aldığımı detaylı anlatırdım ki bilinçli ya da içgüdüsel bir şekilde, belli içerikleri belli yöntemlerle neden konu edindiğim netlik kazansın. Anlaşılmamak ya da sadece belli insanlar tarafından anlaşılmak gibi bir derdim olmadığı için, kendimi çok kayda değer işler yapan önemli bir kişi olarak sunmak istemezdim ki izleyici ile arama mesafe girmesin. Sonuçta yaptığımız işle insanların hayatlarını kurtarmıyor veya insanların hayatını kolaylaştıracak kilometre taşı niteliğinde icatlarda bulunmuyoruz. Son olarak ise, kavram ve biçim, yani teorik ve pratik üretimimin el ele gittiğini; eylemin kuramı şekillendirdiğini kuramınsa eyleme yön verdiğini anlatmaya çalışırdım. Bunu yapmaktaki amacım, izleyicinin zihninde özümün ve sözümün bir olduğu ve bana güvenebileceği duygusunu yaratmak olurdu. Fikrimden çok duruşuma bir yakınlık duyulması benim daha mutlu eder; fikirler anlıktır, duruş ise daim...
Şükran Moral:
Sanattan hiç anlamayan birine sanatınızı nasıl anlatırdınız sorusu benim için çok kez yaşandı. Mardin’in Keraşik köyünde “Evli, üç erkekle” performansımı yapmadan önce köy halkına anlatmak zorunda kaldım. Genelevde de kadınları pazarlayanlara “pezevenklere” anlattım. Hem de çok büyük bir ciddiyetle. Karşımdaki sanki bir müze müdürü gibi. Bu anlatmalardan kişilere yansıyan en önemli şey yaptığım işe çok inanmam ve gözümün kara olması. Yani hiç bir engelin beni yıldıramayacağı. Sanatımda aslında ben kendimi anlatıyorum. Önce korkularımı, ölümü mesela. Ölünce nereye gideceğimizi. Morgları, gün içinde düşünmediğimiz yeri. İzbe, pis kokulu soğuk yerleri. Akıl hastanesini sanırım aklımı yitirmekten de çok korktum. Delirince bizi kapattıkları yerleri hep görmek istemiştim. Korkularımın performansla üstüne giderek cesur olmayı öğrenmek. Kadın olmanın ikinci sınıf vatandaş olduğu ve kadın cinayetlerinin kıyıma varmasını. Bunları anlattım hem desenlerim, performansları ve heykellerimle. Aşkı ve nefreti anlattım. Sanatımı sanatseverlerin karşısında yapmayı daha az tercih ettim. Seyircilerim bazen bir genelev müşterisi bazen mezbahada hayvan kesenler. Ben yeraltı sanatçısıyım. Acının ve tabuların. Tabular derken bazen erkek alanlarını yıkan yerlere saldıran bir sanat yaptığım. Erkekler hamamına girdiğimde mesela. Bir film seti değil bahsettiğim. Gerilla gibi vur ve kaç. Ailenin aslında cinayetlerin ve ikiyüzlülüğün kalesi olduğunu anlattım. Mutluluk vadeden yemek masalarında satırların ve silahların uçuştuğunu anlatan bir sanatçıyım. Kanlı bir vajinaya bakan biri de hiç sanattan anlamasa bile tepki veriyor. Çünkü vajina sadece bir obje, o obje ancak onun hizmetinde olmalı.
TUNCA:
Ben eskiye, geçmişe meraklı birisiyim. Bazen sahafları, antikacıları, eskicileri gezerken geçmişin peşine düşüyorum; eski kitaplar, fotoğraflar, nesneler topluyorum. Bazen bu yaşanmışlığın sürek avında bir konu, bir olay, bir durum günümüzde yaşadığımız bazı siyasi, tarihi ve toplumsal sorunsallarla temas ediyor ve bende bu konuyu, onayı, durumu derinine araştırmaya dair merak duygusu uyandırıyor. İşte ben de o zaman yeni bir klasör açıyorum ve yaşantımın içinde biriktirmeye başlıyorum. Benim için bu biriktirme süreci bir hazmetme, bir sindirme süreci oluyor; konu pişiyor, durum belirginleşiyor, olay büyüyor. Bu biriken bilgiler, hisler, fikirler zamanla bana, ne tür bir forma gireceklerine ve nasıl en doğru ve en basit şekilde ifade edilmeleri gerektiğine dair bir yol çizdirmeye başlıyorlar. Bazen, bir desen olması gereken kendini çizdiriyor, resim olması gereken boyatıyor, bazen de nesnenin -müdahalesiz- sadece kendisinin var olması gerekiyor. Bazen de benim bedenimle, benim eylemlerimle ifade edilme ihtiyacı duyuyorlar. Ben böyle üretiyorum.