Bugün çok tartışılan hükümetin Türkiye Sanat Kurumu ve Türkiye Sanat Kurulu yasa tasarısını oturup inceledim. Tasarı ilk başta şöyle özetlenebilir. Kültürün bir sektör haline getirilmesi için yapılan bir düzenleme olarak...
Kültür hayatını canlandırmak, devletle sınırlı kalmasını ortadan kaldırmak ve yerel toplulukların önünü açmak, sanatın özerkleşmesini sağlamak... Kaba bir incelemeyle tasarının amacının bunlar olduğunu ifade edebiliriz.
Kurulun başında iki başkan ve 11 üyesi bulunuyor.
Bu kurulun beş üyesini Bakanlar Kurulu atıyor.
Altı üyenin ise kim tarafından ve kimler arasından seçileceğine dair bir bilgi yok.
En an az on yıl ‘mesleğinde temayüz etmiş’ deniliyor.
Hangi meslekte? Bu kurulda sanatçılar mı yer alacak? Bu kesinlikle belirtilmiyor.
Bu kurulun alt grupları var. Destekleme grupları denilen bu gruplar tiyatro, opera, müzik, sinema, plastik sanatlar gibi kategorilere göre oluşturuluyor.
Bu destekleme grupları, 11 kişilik kurula onlara gelen projeleri sunmakla görevlendiriliyor.
Sunarak destek almalarını sağlamakla...
Buraya kadar kurulu ve ona bağlı alt birimleriyle İngiliz devletinin kültür ve sanata destek vermek için kurduğu konsül sistemini andırıyor.
İngilizler bu modeli benimsemelerinin nedenini yıllardır benim de katıldığım sayısız toplantıda şöyle açıklarlar:
“Böylelikle devletle katkıyı yaptığı sanatçı ya da kurum arasında direkt bir ilişki kurmamak... Konsüller aracılığıyla dolaylı bir ilişki gerçekleştirerek katkı yaparken oluşabilecek her türlü yozlaşmayı önlemek...”
Peki İngiliz konsülü, katkı yapacağı yayıncı, sanat merkezi, tiyatro ve operayı seçerken neye göre seçer? Gişe başarısına! Bugün örnek alındığı ifade edilen İngiliz konsül sisteminin zaafı budur. İngilizleri, yıllar içinde en iyi film en çok izlenen filmdir, en iyi roman en çok okunan romandır, en iyi müze en çok ziyaret edilen müzedir anlayışına götürmesidir. (Müze açısından fena bir kriter olmayabilir.) Ve şu anda çok eleştirilmektedir.
Bizim tasarının zaafı ise kurulun üyelerinin neredeyse yarısını iktidarın bakanlarının seçmesindedir. Bu, özerklik gereği siyasetle sanatın ayrışması değil, bilakis kol kola yürümeleri anlamına geliyor. Akdeniz Oyunları açılışında ışık gösterisine konu olarak Yedi Uyurlar efsanesini seçen iktidarın bu kurullar aracılığıyla operada da, tiyatroda da, plastik sanatlarda da, sinemada da nice efsaneleri kendisinin belirleyeceğini gösteriyor.
Üstelik bütçe yine devletin bütçesi.
Yani kültür ‘sektörleşecek’ ama özelleşmeyecek.
1995 yılında dönemin kültür bakanı Fikri Sağlar’ın özerk sanat konseyi girişimi kurulu adına kurul başkanı Hüsamettin Koçan’la imzaladığı protokolü acil hatırlamakta fayda var.
Özerk sanat konseyinin o günden bugüne yaşadığını da...
Konseyin o günden bugüne Türkiye sanat kurumu başlıklı bir yasa tasarısına sahip olduğunu da...
Kurulunu sivil toplum örgütleri, kurultaylar aracılığıyla seçmeyi tasarlayan tasarıya www.ozerksanatkonseyi.org adresinden ulaşılabiliyor.
Bugün TUSAK’ı tartışanların buradaki on yılı aşkın deneyimden faydalanarak tartışması ve değişim taleplerini öyle ortaya koyması çok faydalı olacaktır.
Kaldı ki oluşumun yürütme kurulundan Canol Kocagöz’ün, konuyla ilgili kendisine başvurduğumda, mevcut tasarının yılların deneyimi ve emeği, beş sanatçı kurultayı sonucu yazdıkları kendi tasarılarından kes yapıştır olduğunu, açık olarak esinlendiğini ama onlara hiç danışılmadığını da ifade ettiğini belirtmeli. Espriyle hükümetin TUSAK dediğine onların yıllardır TSKY (Türkiye sanat kurumu yasası) diyemedikleri, Türk silahlı kuvvetlerini bu işin içine hiç karıştırmak istemediklerini de eklemeliyim.