Van’dan Hakkâri’ye doğru yola çıkıyoruz. Sümbül Dağı’na doğru... Başkale’yi aşacağız. Depin Kapısı’na varacağız. Virajlar, bulutlar, uçkunlar, koyunlar, yılkı atlarıyla ve nehir sularıyla dolu uzun bir yolculuk bizi bekliyor. Aslında bu yolculuğu yapmadan barışa varılabileceğini düşünmek zormuş. Düşünmüştüm oysa Diyarbakır’da, Urfa’da, Mardin’de... Hakkâri yolculuğu fikrimi değiştirdi. Çünkü o manzarayı gördüm. Aslında manzarayı görmedim.
Bulutlar yok mu, var. Yeşilin en dirileri, koyuları açıkları yok mu, var.
Dik güneş ışıkları kıpırdandıkça bütün renkler değişmiyor mu, değişiyor. Sadece saatlerce ve sayfalarca bulutları anlatabiliriz.
Onları kâh okul çıkışı bizi bekleyen pamuk şekerlerine kâh Alman romantiklerin bulutlarına benzetebiliriz. Hepsinden vazgeçip dağın açısına ve içinden geçtiğimiz yolun ışıkla kurduğu yakınlığa göre aynı bulutları İtalyan rönesansı freskolarındaki bulutlara da benzetebiliriz. Yine aynı manzara karşısında karların eridiğini ve Zap Suyu’na karıştığını görüp sanki onu kahve pişirirken cezveyi karıştıran bizmiş gibi sahipleniriz. Zap Suyu birçok şeyi hatırlatabilir. Ayvazovski’nin tumturaklı fırtınalı denizini, Anadolu halk resminin evcil görünen sularını. Karlı tepeler karşısında o çok sevdiğimiz çikolata reklamının sevimli mor ineklerini anımsayabiliriz. İsviçre’nin Alp’lerinde olabiliriz. Batı diyarının çocukluğumuzun kahramanı Heidi’nin büyüdüğü tepelerde... Hakkâri’ye yaklaşırken sertleşen yamaçları, dağların eteklerinin çok katmanlılığını Anselm Kiefer’in tablolarına da benzetebiliriz. Kiefer’in o çok katlı, kalın yüzeylerine....
Hepsi mümkün. Depin Kapısı’nda Kwai Köprüsü’nden Kaçış filmini ve daha ne Hollywood yapımı savaş filmlerini hatırlamak da. Devrimci Gençlik Köprüsü’nde fotoğraf çektirmek için adım atarken bütün düştüğün köprüleri hatırlamak rüyalarında. Vertigonu bastırarak yola devam etmek de.
Ne yaparsanız yapın, çağrışımlarınız sizi nereye atamak isterse istesin. Bu tayin gerçekleşmeyecek! Çünkü bu manzara bildiğiniz bir manzara değil. Bu manzara seyredilmiyor. Seyredilemez...
Muhtemelen Hakkâri’ye giden yolun sonunda barışı bulmanın gücü bundan... Bu manzara karşısında bildik bir sürü klişe görüntüye ulaşıp kendinizi bildik bir sürü klişe anlarınızdaki gibi rahatlatmak isteseniz de bu imkânsız.
Manzaraya bakamayacak, manzaranın içinden geçeceksiniz.
BDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’ın Derridavâri bir vurguyla Milliyet’in Hakkâri toplantısında “Hakkâri bir eksikliktir. Tam olarak anlatılmaz” deyişi boşuna değil.
Hakkâri’ye giden yol toplumsal ve kişisel işaretlerle kuşatılmış bir yol. Bakarak haz alacak, gözü ve gönlü doyuracak bir yol ve manzara değil bu. Bakarak hatırlatacak orada yaşanan trajedileri. Orada kaybolan canları, oğulları, ruhları...
Meleyen koyunlarıyla İskoçya’ya benzemiyor o yüzden.
Meleyen koyunların meralarının çukurlarında kimler öldü?
Niye öldü?
Bu manzara sizi uyuşturmuyor. Aktif yapıyor. Zihin hatırlıyor. Zihne hatırlatıyor. Dönüşte Barış Anneleri’nin yanındayız. Bir çocuğunu askere, bir çocuğunu dağa yollamış annelerin ortasında. Manzaranın karşısında değil. İçinde. Bir bebek var. 8 aylık. Adı Diren. Adı Ebru. Berfu falan değil. Gezegen dünyadaki ilk aylarını çadırda geçiriyor. Canlı kalkan olmaya hazır, barış için oğullarını feda etmişler bu kez kendilerini feda etmeye hazır annelerin içinde Diren.
Bu manzaranın çelişkisi ona bakanın haz alma eğilimini suratına bir küfür gibi savurmakta, onun içinde yer alanın ise canını fena halde yakmakta yatıyor.