Moda’da bir kafede oturuyoruz geçen akşam. Gece yarısına doğru bir koku bastırdı, durulacak gibi değil. Herhalde bir yerde kanalizasyon borusu patladı şu an sular oluk oluk caddeden akıyor, birazdan da oturduğumuz yeri basacak. Ancak öyle bir manzaranın açıklayabileceği bir koku.
Fakat etrafıma bakıyorum, insanlarda bir panikten, hatta şaşkınlıktan bile söz etmek mümkün değil. Gayet alışık görünüyorlar, Moda’nın doğal kokusu sanki. “Bu ne?” diyorum, “Böyle bir süredir, özellikle bu saatlerde” gibi cevaplar alıyorum. Adeta tuhaf olan benim.
Tahmin edileceği gibi, kaynak Kurbağalıdere ve eskiden sadece yanından geçeni canından bezdiren kokusu artık Kadıköy - Moda hattının genel kokusu halinde gelmiş. Özellikle geceleri, İstanbul ıhlamur kokar, Kadıköy lağım kokuyor. Sivrisineklerin nasıl besili olduğunu siz hayal edin.
Hayır, “Kapımızın önüne işiyorlar” diye sokakta içen gençleri polis marifetiyle toplatmaya çalışan semt sakinlerinin buna tepkisiz kalması olacak iş değil. Belli ki artık bezmişler tekrarlamaktan.
Dün Dünya Çevre Günü’ydü, çevre de kendisinin canına okuyan insanoğlundan intikam almayı sürdürüyordu. Siz normal mi buluyorsunuz mesela İstanbul’u ve de Avrupa’nın bir dolu ülkesini haziran ayında sel altında bırakan ‘muson yağmurları’nı? Tabii tabii, ‘doğal afet’ o. İklimi alt üst eden çabalarımızın hiçbir payı yok.
Nihayet Dünya Çevre Günü’nde, tam da ortalığı iyice anlamını yitirmiş ‘çevreyi koru, yeşili sev’ mesajları sarmışken TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi çıkıp dedi ki, “Kutlanacak bir şey yok.”
Ve Kurbağalıdere başta olmak üzere İstanbul’u ‘ekolojik yıkımın ana merkezlerinden biri’ haline getiren felaketleri bir bir sıraladı. “Kurbağalıdere’deki atık su sorunu bölge halkını kokudan yaşayamaz hale getirdiği gibi buradan çıkarılan çamur düzgün bir arıtımdan geçmediği için Marmara Denizi’ni zehirliyor” dedi.
Yani yakında zaten temizliğiyle ünlü olmayan Marmara Denizi de yanından geçilmez hale gelecek, biz de ortasında deniz yerine koca bir kanalizasyon çukuru olan bir şehrin sakinleri olarak Dünya Çevre Günü’nü kutluyor olacağız.
Sahi biz ‘çevreyi korumak’tan tam olarak ne anlıyorduk?
Dünyaya açılmak böyle olur
Hani ‘imaj’ her şeyin başı ya. ‘Samimiyet’ bile planlanarak pazarlanan bir nitelik ya. Ne yaptığın değil onu nasıl sunduğun belirliyor ya kıymetini.
Bir tane insan çıkıyor, üstelik şimdi de değil ta 70’lerde çıkıyor, 40 küsür sene müzik yapıyor. Sadece inandığı müziği ama. Devirlerle beraber değiştiğini, ‘çağa ayak uyduracak’ hamleler yaptığını görmüyoruz hiç.
Yaz geldi mi beach’lerde çalınsın diye single’lar sürmüyor önümüze. O program senin bu program benim dolaşmıyor. Zaten çok da çağrılmıyor. Popüler kültürün ‘geçer akçe’lerinden olmuyor hiçbir zaman.
Sözünü sakınmıyor. 80’den sonra kısılmaya çalışılıyor sesi. İçeri giriyor, pasaport verilmediği için yurtdışına çıkamıyor, önüne engel üstüne engel konuyor, o hiç vazgeçmiyor doğru bildiğini söylemekten. Uğur Mumcu’ları, Sivas’ta yakılanları şarkılarıyla anmaktan.
İmaj desen, ne giydiğiyle kuşandığı konu oluyor, ne aldığı-verdiği kilolar, ne yeni saç stili. Neyse o olmayı sürdürüyor yıllar yılı.
Ama işte millet dünyaya ‘açılmak’ için stratejiler projelendirmeye doyamazken, o sadece doğru durup o müthiş sesiyle güldür güldür şarkılarını söylediği için keşfediliyor dünya tarafından. Özel bir çaba harcamadan. “Beni anlasınlar” diye İngilizce şarkı söylemeye kalkışmadan. Tamamen kendisi olarak.
Times dergisinin dünya müziğinin efsane kadın şarkıcıları listesine aldığı Selda Bağcan, dünyanın en büyük müzik festivallerinden birinde çıktı bu hafta da Primavera Sound’da. Radiohead, LCD Soundsystem, PJ Harvey, Selda Bağcan şeklinde giden bir liste.
Ülkede yer yerinden oynamadı ama Barselona ‘Yuh Yuh’larla sallandı. Biz de önünde eğilip imza alan ‘Frodo’ Elijah Wood’dan sonra Selda Bağcan’ı keşfettik çok şükür. Hani geç olsun, güç olmasın.