Hümeyra bu yıl hem Uçan Süpürge’den hem Roma Türk Filmleri Festivali’nden onur ödülü aldı. Bununla gurur duyuyor, evet. Ama onun gönlü şu ara resim yaparak geçireceği daha yalnız bir hayatta
Yirmi iki yaşında, yolda yürüyemeyecek kadar ünlü bir Hümeyra... Âşık Veysel’in “Güzelliğin On Para Etmez”iyle aniden gelen bir şöhret... Kahvaltı sofrasında, suratı asık. Sebep? “Neden incir reçeli yok?” Ve hayatının dersini alıyor sinirlenince ona “siz” diyen annesi Malike Hanım’dan. “Siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz Hümeyra Hanım?”lı o konuşma, yolun başında kendine getiriyor onu. Sonra ne kendini o kadar önemsiyor
ne on parmağından saçılan yirmi marifeti...
Sahiden yirmi marifet ama... Ankara Hukuk Fakültesi’nin Sorbonne mezunu dekanı Muvaffak Akbay ile Mısır’da okumuş, dört dil bilen Malike Hanım’ın tek çocuğu, 15 Ekim 1947 Ankara doğumlu Hümeyra’nın hayatı, Avusturyalı mürebbiyelerle, bale dersleriyle büyürken babasının ani kaybıyla ters yüz olan bir “peri masalı”.
Londra’da dayısının yanında geçirdiği lise yıllarında açığa çıktı içindeki “müzik”. Trafalgar Meydanı’nda gitar çalıp kendi şarkılarını söylüyor, bir yandan grafik eğitimi alıyordu ki hayatın gerçekleri bir kez daha ağır bastı. Aile maddi sıkıntı içindeydi, yurda dönüp çalışması gerekiyordu. 18’inde İstanbul Ekspres gazetesinde işe başladı. Ardından Gorbon Seramik ve Melodi Plak... Bir gece vakti işyerinde kendi kendine gitar çalıp “Güzelliğin On Para Etmez”i söylerken “keşfedildi” patron tarafından. İki gün içinde stüdyodaydı, kısa süre sonra da meşhur.
Gazinolarla yıldızı barışmadı
Kırkbeşlikler birbirini izledi. On yıla unutulmaz şarkılar sığdırdı Hümeyra... “Dilber”, “Perişan”, “Otuzbeş Yaş”, “Kördüğüm”, “Sessiz Gemi”... Uzun saçlı, pantolonlu, gitarlı kızın sesi 70’lere damgasını vurdu. Gazinolarla yıldızı barışmadı hiç. “Dante gibi ortasındayız ömrün” derken ağzına tıkılan dolmalar da, “Kördüğüm”le atılmaya çalışılan göbekler de, onu “onore etmek” için ayakkabısına dökülen viskiler de ona uymadı. Uymayan yerde durduğu görülmemişti.
“İdare eden” bir yapıya sahip olmadığı için
evlilikleri de uzun sürmedi. “Âşık oldum, evlenelim dedi, topuklarım popoma vura vura evlendim, zil çaldı eteklerim, zil sesleri susunca ayrıldım. Gönül kadınıyım” diye özetlediği beş evliliği oldu. Biri dışında hepsiyle dost kaldı. En uzunu 11 Mart 1973’te doğurduğu oğlu Sadık’ın babası Mithat Bigat ile olandı, yedi yıl sürdü. Sonuncusu ise 1999’da Amerikalı caz piyanisti Jimmy Cicero ile...
Butik açtı, bar işletti
1977’de ilk longplay’i “Anlatamıyorum”u çıkardı, 1981’de de son kırkbeşliğini... Devir arabesk devriydi ve istediği şarkıları söyleyemeyen Hümeyra’nın yüreği başka bir tarafa gidiyordu artık: Sahneye... Şan Tiyatrosu’nda “Selam Meloş” ile çıktı sahneye... Çıkış o çıkış. Kısa sürede “tiyatrocu Hümeyra”ya dönüştü. Şarkıcılık dönemlerini bilmeyen gençlerin - hatta gazetecilerin - “Sesiniz güzel, hiç şarkı söylemeyi düşünmediniz mi?” gibi tuhaf sorular soracağı kadar “dönüştü” hem de.
Şan Müzikholü’nde “Gol Kralı Sait Hop Sait”, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nda “Aş Bunları Aş”, “Deliler Boşandı”, Ortaoyuncular’da “İçinden Tramvay Geçen Şarkı” ve İstanbul Şehir Tiyatroları macerası... Sinema oyunculuğu ise gerçekten hiç kovalamadığı bir başka meslekti... Atıf Yılmaz’ın “Talihli Amele”siyle başladı, iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar filmde oynadı. Gene bir 10 yıl kadar süren bu dönemden de o sıralar kocası olan Ömer Kavur’un çektiği “Kırık Bir Aşk Hikayesi” kaldı. “Yönetmen karısı” olarak başka filmde oynamadı. “Deniz’le (Türkali) şikayet ederdik” diye anlatıyor, “Hani iyi aktrisliğin yolu yönetmenin koynundan geçiyordu, biz koynundayız, hiçbir şey yok diye.” Müjde Ar’ın oynadığı “Ah Güzel İstanbul”da çok aklı kaldı. “Ben oynayayım” demeyi gururuna yediremedi, senaryodaki kadının yüzünde bıçak yarası var diye günlerce Kavur’un karşısında yüzündeki kazadan kalma yarayı göstererek oturdu ama nafile...
Üç albüm daha yaptı 80’li yıllarda. Butik açtı, gece kulübü, restoran, bar işletti... Konuk ağırlamayı, insanları eğlendirmeyi biliyordu. Hayata lezzet katmak onun işiydi.
Yeniden meşhur oldu
1997’de son albümünü yaptı; bugün müzikten anlayan birçok insanın CD’leri arasında başköşeye sahip “Beyhude”yi... Hiçbir piyasa kaygısı gütmediğinden az satan bir albüm oldu. Hümeyra’nın da “şimdilik” müziğe vedası. 2004’ten sonrası başka bir fasıl. Hümeyra ikinci kez “çok meşhur” oldu, “Avrupa Yakası”nın İfo’su olarak. Onun heybesinden her an her rengin çıkabileceğini bilenler için eski bir dostla buluşmaydı bu... Kalanlar içinse bir muamma... “Şarkıcıymış”, “yok, canım tiyatrocuymuş aslen”... Biz onun “aslında” ne olduğuna karar verene kadar, Hümeyra “Babam ve Oğlum”la beyazperdede marifetlerini sergiledi. Televizyonda “Melekler Korusun”, sinemada “Ulak”, “Dedemin İnsanları” derken geçti on yıl daha.
“Yalan Dünya”ya da vakitlice veda etti. Bir kafede arkadaşına çalışma şartlarından yakınırken kulak misafiri olan köşe yazarının duyduklarını magazin ekine manşet yapması, bu şehirden de gitmesine neden oldu. Yolda yürürken kimsenin önüne zıplayıp onu “yakalamayacağı”, bir dostuyla dertleşmesinin gazeteye yazılmayacağı bir hayat istiyordu. Aradığı dinginliği tuvallerde buluyordu. Hümeyra artık resim yapıyor. Günlerini Orhan Taylan’ın atölyesinde geçiriyor. Şefkatle bağlı olduğu Çağan Irmak’ın son filmi “Unutursam Fısılda” ile bir kez daha perdede izledik onu. Ve 2015, hem Uçan Süpürge hem Roma Türk Filmleri Festivali’nden onur ödülleri getirdi ona. 16 Nisan’da Roma’da, 8 Mayıs’ta Ankara’da ödüllerini alacak. Cihangir’de buluştuk, ödülleri konuşmak için. Çok mutlu evet, “saçı okşanmış” gibi hissediyor, tamam. Ama o kadar. “Müzik?” diyorum, “Iıh”, “Dizi?” “Rolü seversem...”
Daha bir yalnızlığına düşkün olmuş. Âşık Veysel’in “Eğlenecek yer bulamam, gönlümdeki köşk olmasa” sözleri, yaşam düsturu. Onun gönlündeki köşk ziyadesiyle zengin, başkasına ihtiyaç duymuyor...
“Çağan Irmak olmasa Türk sinemasında Hümeyra olmayacaktı”
İki onur ödülü birden aldınız bu sene... Ne düşündünüz öğrenince?
Valla çok şaşırdım açıkçası. Çünkü ben taltif edilmeye alışık bir sanatçı değilim. Öyle fazla ödülüm de yok, alışmışım takdir görmeden hayata devam etmeye. Peş peşe gelince hoşuma da gitti. Kendi başıma kaldığım zaman hafif gıcık bir tebessüm oturuyor suratıma, “Hak ettin be Hümeyra” diyorum. Çok sıkıntı çektim biliyorsun çünkü. Bunlar benim için güzel saç okşamalar, şefkat gibi geliyor.
Sinemada son on yılda ciddi bir sıçrama yaptınız...
Demek ki neymiş, Çağan Irmak olmasaymış, Hümeyra Türk sinemasında olmayacakmış. Film teklifi gelmedi mi, geldi. Fakat ben o rolde kendimi bulamadım. Israrla benim elimi tutup bir türlü bırakmayan, hemen hemen her projesinde hiçbir şey olmasa bir yerde Hümeyra’yı kapıdan sokup bacadan çıkartabilir miyim diye düşünen bir tek Çağan var. Ondan önce Ömer Kavur vardı, Atıf Yılmaz’la çektim ama aslında en kuvvetli olduğum zamanlarda yaş olarak da, görüntü olarak da, yapabileceğim hiçbir iş bana gelmedi.
“Ben artık yalnız bırakılmak istiyorum”
“Unutursam Fısılda”da şarkı söylediniz yıllar sonra. Devamı gelir diye umutlandık ama...
Yok. Hani vardır ya, eski sevgiliye kavuşur gibi olur insan, “Ayol özlemişim kokusunu” falan, hiç, o stüdyodan nasıl çıkacağımı bilemedim. Sahneye çıktığımda alkış malkış, sahne ışıkları hoşuma gitti, o kadar.
Sahneyi düşünüyor musunuz tekrar?
Hayır. Tiyatroyu bile düşünmüyorum. Ben artık kendi içimde daha küçük bir hayatı tercih ediyorum. Bu onur ödülleri falan hakikaten insanı çok tatmin eden şeyler. Ama ben artık yalnız bırakılmak istiyorum.
2009’da “Yüreğimin gittiği yere gidiyorum, o da şu an müziğe gitmiyor” demişsiniz. Resme gidiyor anlaşılan...
Bir kere daha uzun süreli yapılabilen bir şey resim. Ne zaman bu dünyadan göçerim onu bilmiyorum ama bir günden bir güne “Film teklifi gelmiyor, konser teklifi gelmiyor, hiçbir tiyatro beni oynatmıyor” tribini yaşamak istemiyorum. Bunlara bağlı olmak istemiyorum ve olmayacağım da.
“Altmış yaşında kadını ağlatmak gazetecilikse bravo”
“Yalan Dünya” zamanı bir kafede arkadaşınızla konuştuklarınız gazetede yayımlandı. Sizi bu ortamdan soğutan sebeplerden biri bu muydu?
O hayatımın son devirlerinde yaşadığım en büyük felaketlerden biriydi. Hançeri çıkarıp beni sırtımdan vursaydı, yarası iyileşmişti şimdiye kadar. Bunun yarasını öldüğüm güne kadar taşıyacağım. Kendisine de söyledim bunu, “Keşke beni öldürseydiniz” dedim.
Nedir bu kadar ağır gelen?
Ben bir kere her şeyini gizli yaşamayı seven biriyim.
O benim ölümüm oldu. Çırılçıplak fotoğrafım çekilmiş, beynimin içindeki bütün fikirler ortaya çıkmış gibi ve benim söylediğim şekilde çıkmamış üstelik. Yazma şekli, hiç affım yok ona. Yine medeni bir kadınmış Gülse, göz göze bakıp bazı şeyleri halledebildik. Başka birisi olsa onun yerinde, eli belinde beklerdi beni. Ama yaşadıklarım, beni benden aldı. Beyaz’a sarılıp ağladığımı biliyorum, o çok nazik, söylemiyor kimseye. Bravo, altmış küsur yaşındaki bir kadını ağlatmaya gazetecilik diyorsa kutluyorum.