Bir tek bizde olmuyor diye sevinmeli miyiz acaba? Bir partide -tanıştığı bile demek zor, adını bilmiyor çünkü- gördüğü bir kadını içki içiyor, eğleniyor, dans ediyor diye ‘müsait’ kabul eden erkekler bir tek bizim topraklarımızda yetişmiyor, ne mutlu. Ayakta duramayacak kadar sarhoş bir kadına tecavüz edip itiraz edecek halde olmamasını onayladığına yormak da bize mahsus değilmiş.
Bir de üstelik bu tecavüzcü kalburüstü bir aileden gelen, iyi eğitimli biriyse onu haklı, kurbanı suçlu bulma eğilimi de bir tek Türkiye mahkemelerine ait değilmiş. Bu dünyada kadın olmanın gereğiymiş.
2015 yılında tamamen baygın haldeyken Stanford Üniversiteli yüzücü Brock Turner’ın tecavüzüne uğrayan 23 yaşındaki kadının mahkemede okuduğu mektup yer aldı gazetelerde bu hafta. Doğrudan tecavüzcüsüne sesleniyor, kendisine neler olduğunu hiç hatırlamadan hastanede yara bere içinde gözünü açtığı 18 Ocak 2015 gününden başlayarak kâbusa dönen hayatını anlatıyordu.
Nasıl paramparça bir halde bulunduğunu ancak tüm ülkeyle birlikte gazete haberlerinden öğrenmiş, bedenini üzerinden sıyırıp atmak istemiş, sekiz ay bu konuyu kimseyle konuşamamıştı. Hâlâ gece yalnız uyuyamıyor, saldırıya uğrayıp uyanamayacağına dair kâbuslar görüyordu. Huzursuz, sinirli, tedirgin bir insan olmuştu. Tecavüzcü ise, başta “İtiraz etmediğini görünce onun da hoşuna gittiğini düşündüm” derken bir yıl sonra ifadesini değiştirip “Yok yok, sorduğum her şeye olur dedi, rıza gösterdi” deyivermişti. Hiç kımıldamayan kızı fark edip onun yakalanmasını sağlayan iki görgü tanığına rağmen.
Ve genç kadın, yaralarını sarmaya çalıştığı, ‘adı açıklanmayan kurban’ olarak anılmaktan çıkıp yeniden ‘birisi’ olmaya gayret ettiği bir yılın üstüne, bir de savunmanın alaycı saldırılarına, özel hayatını didik didik eden sorularına maruz kalıyordu. O gece ne giydiğinden, aldatmaya meyilli olup olmadığına kadar bir dolu kötü niyetli soru. Ne derece hak etmişti tecavüzü, onu anlamaktı maksat.
Tecavüzcü ise sütten çıkmış ak kaşıktı. Adını bile söyleyemeyecek haldeki bir kıza yaptıklarını açıklarken, “Onu tanımak istesem numarasını isterdim” diyecek kadar küstahlaşmakta beis görmüyordu. Bir de üstüne üniversitelere gidip “Kampüste alkol almak” üzerine konuşmalar yaparak kendi deneyimini anlatacağını söylüyordu. Dersini almıştı da, ders verecek hale bile gelmişti. Bir gecelik içki bir hayatı nasıl mahvedebiliyordu. ‘Bir’ hayatı! Kendisininkini. Asıl kurban da kendisiydi yani gene.
Adını bilmediğim, ama acısını derinden hissettiğim, bedeninden çok ruhu delik deşik edilmiş o genç kadının sayfalar süren mektubu ders gibi geldi. Mahkemenin tecavüzcüsüne altı ay gibi komik bir hapis cezasını uygun görmesi değil bütün derdi. Çünkü Turner’ı hak ettiği parmaklıklar arkasında görmekten çok, onun suçunu kabul etmesini istiyor. “Gel,” diyor, “Bana yapmaman gerektiğin bir şey yaptığını, bunun sadece senin suçun olduğunu kabul et, ikimizin de hayatta ikinci bir şansı olsun. Benim payıma acı, seninkine ceza düşer, ikimiz de yolumuza gideriz. Aksi halde ben öfkeli ve yaralı kalacağım, sen de inkâr içinde yaşamaya çalışacaksın”.
İntikam istemiyor, adalet istiyor, hepsi bu. Bir de tecavüze uğradığı için özür dilemek istemiyor tabii mümkünse.
Nasıl oluyor da bu bu kadar evrensel bir mesele olabiliyor? Ortada hayatı bir küstah tecavüzcü tarafından altüst edilmiş bir kadın var, hâlâ dert edilen Stanfordlu yüzücünün lekelenen ismi. Babası “20 dakikalık bir eylemin oğlumun bütün hayatını etkilemesi adil değil” diyor. Eylem diyor, eylem! Üstüne ne söylenir ki?